Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerine göre, Ahirzaman’ın Büyük Mehdisi (ra), sahabe ve “Hülefa-i Raşidin” olan Dört Halife’den sonra manen ve vazife bakımından Resul-ü Ekrem dahil, üçüncü sıradadır. “Fakat külli fazilet imamlarındır. Hem tarikat şahlarının bir kısmı müçtehidlerdendir. Onun için umum müçtehidin aktabdan daha efdaldir denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, sahabeden ve Mehdiden sonra en efdalleridir, denilir.” (Bediüzzaman, Mektubat, 23. Mektub, 3. Sual)
Bir soruya verdiği cevapta asır müceddidi olan Said Nursi bunları, bütün âlimler adına söylemektedir. Şunu belirtiyor ki, bütün ümmeti ilgilendiren meseleler noktasından asıl fazilet, tarikat başları ve kutuplarına nispetle, mezhep imamları olan İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Şafii, İmam Ahmed bin Hanbel ve İmam Malik’e aittir. Tarikatların asli kurucuları, eğer içtihat eden birer âlim iseler, onlar da bu sınıftan sayılır. Bundan dolayı hüküm çıkaran âlimler, bütün kutuplardan daha faziletlidir denilemez. Fakat Dört Mezhep İmamı, Sahabe ve Mehdi’den sonra bunların en faziletlileri denir. Peki, sahabe kimdir, mezhepler hangi ihtiyaçtan doğmuştur?
Sahabe, bazı dilbilimciler “sahabet” mastarından türetildiği kabul etmiştir. Risale-i Nur’un “dava içinde bürhan” diye buyurduğu “İslam davasının sahipleri” manasında anlayanları da olmuştur elbet. “Sahabe veya ashab, Arapça kökenli bir sözcük olup, ‘yoldaşlar, arkadaşlar’ manasındadır. Sahib (Arapça: صاحب) ve Sahabi kelimelerinin çoğuludur.” şeklindeki Wikipedia sitesindeki izahtan da anlaşıldığı gibi, “sohbet” kökünden gelen “sözcük”ten çıkan bir başka izah da şudur:
“Resulullah aleyhissalatu vesselâmın sohbetidir. Bu sohbet, öyle bir iksirdir ki, ona bir dakika mazhar olan bir kimse, ehl-i tasavvufun senelerce seyr u sülûkla elde edebileceği feyze ve hakikat nurlarına mazhar olabilir. Nasıl ki, bir sultanın hizmetkârı, o sultana tâbi olarak öyle bir mertebeye çıkar ki, bir şah çıkamaz. ‘İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyor.’ Ashab’ın sohbeti, Peygamberin nübüvvet şahsiyetiyle sohbettir. Bu sohbetin yüceliği şu misalden anlaşılabilir: Kızını diri diri gömecek kalp katılığına sahip bir bedevî adam, bir saatlik nebevi bir sohbetten sonra karıncaya ayağını basamayacak bir ruh inceliği kazanıyor; cahil ve vahşî bir adam, bir günlük bir sohbetten sonra Çin ve Hind gibi memleketlere gidip o medeni kavimlere muallim ve rehber oluyordu. Bu hususu Lemaat’ta şöyle nazmetmiştir:
“Bir nazar-ı Peygamber
Birdenbire kalbeder
Bir bedevi-i câhilî
Bir ârif-i münevver
Eğer mizan istersen
İslâmdan evvel Ömer
İslâmdan sonra Ömer”
Bu “inkılab-ı azim”den sonra sahabe kelimesi “el” ilavesiyle hususileşmiş ve “el-sahabetül-kiram” olmuştur. “Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibariyle kemâlat-ı insaniyenin en a’la mertebesindedirler.” (27. Sözün zeyli) Çünkü, onlar büyük İslâm inkılabına şâhid olup bizzat onu yaşadılar. İslâm inkılabı hayır ve hakkı bütün güzellikleriyle ortaya çıkarmış, şer ve bâtılı da üstün çirkinlikleriyle gözler önüne sermiştir.
Bu iki zıtlar öylesine birbirinden ayrılıp belirgin hâle gelmişler ki, hayrı, hakkı iltizam eden şerre, batıla, yalana müşteri olması mümkün değildir. Çünkü sıdk ile kizbin arasındaki mesafe iman ile küfür arasındaki, Cennet ile Cehennem arasındaki mesafe kadar uzaktır. (18. Muhakemât, s. 132; Barla Lahikası, s. 155, Hutbe-i Şâmiye, s. 48-49.) Sahabe-i Kiram’ın, Fahr-i Alem ve “Şeref-i Beni Adem” Resul-ü Kibriya Efendimizi (Aleyhisselatü Vesselam) sağlığında mümin olarak gören ya da – yine- mümin olarak O’nun (asm) tarafından, bir defa da olsa görülmek demek olduğunu tekrarlayalım.
Sahabe-i Kiram Hazeratı (R.Anhüm ecmain) üzerinde bu kadar durmamın sebeplerinden en irisine işaret edenlerden biri de Rahmetli Necip Fazıl’dır.“Tek istikamet kabe;Ve tek örnek sahabe…Böyle yükseldi sütun,Böyle kuruldu kubbe.” (Meydan Şiiri)
Celaleddin-i Suyuti (R.A.) gibi Zatlar Yüce Resulü mana aleminde (asm) yetmişten fazla müşahede ettiği halde sahabe olamamıştır.
“İşte şu sırdandır ki, en büyük velîler sahâbe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler, Resul-i Ekrem (a.s.m.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahâbeye yetişemiyorlar.” (Sözler, 27. Söz, Zeyil) buyuran Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat”ın mühim bir düsturunu beyan ediyor. Veya tam tersi bir hal ile O’na muhabbetinden yayan yapıldak çöllere düşüp Yemen’den Medine’ye kadar kızgın kumları arşınlayıp “mahal-i maksudu”na varan ama Habibullah’ı (asm) göremeyen Üveysel Karani (R.A.), Asr-ı Saadetinde yaşadığı halde – Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle- “ehl-i hak olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat” âlimlerinin icmaı ile, “sahabe”lik mevkiine yükselmemiştir.