Yedi ay öncesine kadar Diyarbakır’daki Ulu Cami’nin avlusunda tespih satan, aynı zamanda da gördüğü her kişiye ayaküstü tebliğde bulunan, kimine göre deli, kimine göre veli olarak nitelendirilen, çevresi tarafından “Diyarbakırlı Ramazan Hoca” olarak tanınan Ramazan Pişkin, bir hafta kadar önce Cerrahpaşa’daki çay ocağında tahta namazlıkta öğle namazını kılarken boynuna saplanan bıçak darbeleriyle can verdi. Bu âleme gözünü açtığı günden beri yaptığı veya yapmadığı, yapması gerekirken yapmadığı ya da yapmaması gerekirken yaptığı bütün amellerini, sırtına yüklediği heybesine doldurup Hakkın huzuruna hesap vermeye gitti. Bu dünyaya ait defterini sonsuza kadar kapatıp, günahıyla sevabıyla başka bir âleme göç etti.
Lakin buradaki ömrü hitama eren, amel defteri kapanan bu garibin ardından söylenenler bir türlü bitmek bilmiyor. Amel defteri kapanmayan ve başkaları hakkında konuşmayı kendine vazife addeden büyük bir güruh, kendini asla savunamayacak ölmüş birinin ardından insafsızca, vicdansızca konuşarak mizan terazisindeki günah kefesine durmadan ekleme yapıyorlar.
“Böyle adamlara rahmet okunmaz, sapkın biriydi sonuçta…”
“Hem itikadı da bozukmuş. Vehhabi imiş dinden çıkmış diyorlar…”
“Bozuk adammış, dine zarar verdiği için kâfir hükmündeymiş, öldü de kurtulduk, hocamızın videosunu izlemediniz mi?”
Allah aşkına söyler misiniz, biz ne ara bu kadar insafsız olduk? Ne ara bu kadar hadsizleştik? Ne ara kul olduğumuzu unuttuk da Allah’a ait alana müdahale eder olduk? Ne ara muhabbetle yaratılan kalbimiz böylesine nefretle doldu? Yahu biz, bütün varlıkları ilahî muhabbetle yaratıp, onların her birini, kendisinin sanat ve kemâline delil kılan, aşk ve muhabbetinin kâmil bir tezahürü olarak İlahî bir sanat harikası olan insanı var eden, bizi erkek ve dişi olarak iki farklı cins, onlarca farklı seciye, duygu, düşünce ve fikir üzere yaratan; tanışmamız, kaynaşmamız için kavimlere, kabilelere ayıran, kalplerimize muhabbeti yerleştirip bizi birbirimize sevdiren bir Yaratıcının kulu değil miyiz? “Kardeşlerimi görmeyi ne kadar isterdim” diyerek biz ahir zaman ümmetini taltif eden, Müminlere karşı muhabbeti, vefası ve sadakatiyle, kardeşliğin ve sevginin nasıl olması gerektiğini hâl lisanı ile bize gösteren bir Peygamberin ümmeti değil miyiz? Bütün bunları ne ara unuttuk da insan bozması bir canavara dönüştük? “Nefsim yed-i kudretinde olan zata yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.” Hadisi şerifini ne ara rafa kaldırdık? Resulün:
مَثَلُ الْمُؤْمِنِينَ فِي تَوَادِّهِمْ وتَرَاحُمِهِمْ وتَعاطُفِهِمْ ، مَثَلُ الْجَسَدِ إِذَا اشْتَكَى مِنْهُ عُضْوٌ تَداعَى لهُ سائِرُ الْجسدِ بالسَّهَرِ والْحُمَّى.
“Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte müminlerin misali, bir bedenin misalidir. Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler.” “Müminler birbirlerine karşı, parçaları yekdiğerine kenetli sağlam bina gibidir.” İfadeleri bizi sarsmalı değil miydi?
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkun, sakının. Umulur ki esirgenirsiniz” buyuran, Müminler arasındaki alâkanın kardeşlikten başka bir şekilde ifade edilmesinin mümkün olmayacağını ifade eden Rabbimizin emrini ne ara kulak ardı ettik? Bu ayete göre yeryüzünün neresinde yaşarsa yaşasın, hangi dili konuşursa konuşsun, hangi kavme mensup olursa olsun, hangi renkten olursa olsun, bütün müminler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşi değiller miydi? Bu bağın kazandırdığı İslami bilinç ile Efendimiz(S.A.V), savaşta amcasını öldüren Vahşi’yi, hatta amcasının ciğerini çıkarıp ağzında çiğneyen Hind’i affederek, kendi duygularının üzerine yürümedi mi? Evs ve Hazrec’in savaş ortamında oluşmuş kinleri bu bilinçle yıkanmadı mı? Arap olan Ebubekir, Habeşli olan Bilâl, Rum olan Süheyb ve Fars olan Selman muhabbetle el ele tutuşup ümmeti oluşturmadı mı?
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de, O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah, size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.” Ayetini defalarca okuyup dururken neden hala parçalanma derdindeyiz? Neden “o şucu, bu bucu “ diye birbirimizi fişliyoruz? “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin ihtiyacını görürse, Allah’ta onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah’ta o sebeple onu kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah’ta kıyamet günü onun ayıp ve kusurlarını örter.” Buyuran Peygamber’in sözüne neden kulak vermiyoruz?
Ah ah… Hucurat Suresi hayatımıza ne kadar uzak değil mi? “Ey iman edenler! Erkekler diğer erkeklerle alay etmesinler; onlar kendilerinden daha iyi olabilirler; kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler; alay edilen kadınlar edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi karalamayın, birbirinize kötü ad takmayın. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”
Düşünebiliyor musunuz? Hucurat Suresindeki sadece şu iki ayette zikredilen kaideleri yerine getirsek, toplumda hiçbir problem kalmayacak. Allah aşkına söyleyin, insanlar arasındaki kin ve düşmanlıklar, tartışmalar; sui zan, gıybet, tecessüs yüzünden değil mi? Küslükler, dargınlıklar, kırgınlıklar; alaysı söz ve bakışlardan, birbirimize kötü lakaplarla hitap etmemizden değil mi? Bu nasıl bir çelişki, nasıl bir tezat ki, hem mümin olduğumuz iddiasında bulunuyor hem de “Bilmediğin şeyin ardına düşme” ayetini, “Ya hayır konuş yahut sus” hadisi şerifini kulak ardı ediyoruz. Mümin kardeşlerimizle kurmamız emredilen muhabbet köprülerini, su-i zanla, alayla, gıybetle, tecessüsle dinamitliyoruz. Bir binanın tuğlaları gibi olmamız gerekirken, herkes elimizden ve dilimizden emniyet içinde bulunmalıyken, elimizle bozuyor, dilimizle üzüyor, bakışlarımızla eziyoruz. Bu halimizle güvensiz, mutsuz, nefretle beslenen bir toplum inşa ediyoruz. Allah aşkına! Toplum olarak biz nereye gidiyoruz?
Sünni- Şii, Türk-Kürt, A partisi- B partisi, Beyaz-Zenci, A cemaat-B cemaat, A tarikat- B tarikat diye bölündüğümüz, mensubiyetiyle övündüğümüz günün, kaybettiğimiz, dövündüğümüz gün olduğunu ne zaman anlayacağız? Gazze’de yaşananlar bize hiç mi bir şey öğretmedi? Birbirimizle uğraştıkça, birbirimizin kuyusunu kazdıkça, birilerinin sevinçle el ovuşturduğunu neden göremiyoruz? Üzerimizde oynanan oyunlara, kurulan tuzaklara neden fırsat veriyoruz? Bütün bunlara ne zaman dur diyeceğiz? Hucurat Suresi hayatımızın neresinde? Bizi ne kadar etkiliyor? Bu sureyi okuduğumuzda silkelenebiliyor muyuz? Bu emirler karşısında “Alerra’si vel ayn” deyip boyun eğebiliyor muyuz? Söyler misiniz, şu ayetler biz müminlere gelmedi mi? Bu ayetleri bilen bir Müslüman eliyle veya diliyle bir Müslüman kardeşini incitebilir mi? Efendimiz (as) Müslümanı “Diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimse” olarak tarif etmiyor mu? Kur’an bize “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Müminlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz sen çok şefkatli, çok merhametlisin.” duasını öğretmiyor mu? Akletmemizin, düşünmemizin zamanı gelmedi mi?
“Ama hocam, o Vehhabi, itikadı bozuk, sapkın biri…” diyenlere diyorum ki, iyi ki Rabbimiz var. İyi ki Rabbimiz imana değer veriyor. İyi ki Rabbimiz mümine değer veriyor. Yoksa insafsız insanların elinde ve dilinde halimiz nice olurdu, öyle değil mi? Asrı Saadetten iki örnekle bu hususu izah edeceğim.
Efendimiz, hicretin 8. Yılı Ramazan Ayında, bir grup sahabeyi Medine yakınlarındaki İzam mevkiine göndermişti. Seriye dediğimiz bu birlik İzam vadisine vardığında, Müslüman olup olmadığını henüz bilmedikleri Amir bin. Ezbat El Eşcai’yi gördüler. Amir, çökmüş olan devesinin üzerinde bir şeyler yiyordu. Seriyeyi görünce, onlara İslami usule göre selam verdi. Böylece onun Müslüman olduğunu anlayan İslam askerleri, kendisine dokunmadılar. Fakat seriyenin içinde bulunan Muhallim İbn. Cessame ile bu zat arasında cahiliye devrinden kalma bir anlaşmazlık vardı. Muhallim, birden Amir’in üzerine saldırarak onu öldürdü. Seriye Medine’ye dönünce, Muhallim’in yaptığı haksızlığı Efendimiz’e anlattılar. Efendimiz bu hadiseyi duyduğu zaman çok üzüldü. Bir kimseyi haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek sayıldığı için, “O adam müminim dediği halde sen onu öldürdün öyle mi?” diye Muhallim’i azarladı. İşte o zaman Nisa suresi 94. Ayet nazil oldu. Bu olaya sebebiyet veren sahabenin Muhallim veya başka biri olduğu hakkında birkaç rivayet vardır. Muhallim’in “Dua et Allah beni affetsin” demesi üzerine Allah Resulü “Ey Allahım! Muhallim’i affetme!” diye beddua etti. Bunu 3 kez tekrarladı. 7 gün sonra Muhallim üzüntüye dayanamayarak öldü. Onu defnettiler. Ancak toprak onu kabul etmedi. Durumu Efendimize bildirilince “Yer o adamdan daha şerlisini kabul eder. Lakin Allah “La ilahe illallah” kelimesinin büyüklüğünü göstermek için böyle yaptı” buyurur.
Diğer bir olayda Efendimiz, Üsame b. Zeyd’in de aralarında bulunduğu bir grup Müslümanı Cüheyne kabilesine gönderiyor. Müslümanlar bu oymağa baskın yapıyor ve iki taraf arasında vuruşma başlıyor. Resulullah “Müslüman olduğunu söyleyenleri öldürmeyin” diye talimat vermesine rağmen, Üsame “La ilahe illallah” diyen bir adamı öldürüyor. Medine’ye döndükleri zaman, olayı Peygamberimize anlatıyorlar. Peygamberimiz, Üsame’yi azarlayıp “Üsame, o adamı “La ilahe illallah” dediği halde öldürdün öyle mi?” diyor. Üsame, kendi kendini savunarak “Ya Rasulallah! Adam kelimeyi Tevhidi ölümden kurtulmak için söyledi.” deyince, Efendimiz Üsame’ye: “Adamın kalbini yarıp da içine mi baktın?” diye kızıyor. Efendimiz, bu sözünü o kadar tekrarlıyor ki, Üsame kendi kendine: “Keşke yeni Müslüman olsaydım da Resulullah’ı bu kadar üzüp ondan bu azarı işitmeseydi” diyor.
“Ramazan denen adam sapıktı” diyen zevat, acaba göğsünü yarıp içine mi baktı? Açık açık “La ilahe illallah” diyen, namaz kılan bir insan nasıl küfürle itham edilir? Allah’tan korkmadan nasıl hakaret edilir? Biz, “Müslümanım” diyene Müslüman muamelesi yapmakla yükümlü değil miyiz? Ona “Hayır, sen yalan söylüyorsun. Senin Müslümanlıkla alakan yok. Sen kâfirsin, sen münafıksın, sen müşriksin” deme gibi bir hakkımız var mı? Bu nasıl bir cürettir? Adamın Müslümanlıkla ilgisinin olmadığını ispatlamak bize ne kazandıracak? Allah bizi bu âleme kendimizi düzeltelim, iyi bir kul olalım diye göndermedi mi? Kendi kusurlarımızı bir tarafa bırakıp başkalarının kusurlarıyla meşgul olmak Müslümanlığımıza ne katacak? Hem nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edebilir mi? Düşman olarak nefs-i emmâre varken, lanetlenen şeytan varken, küffâr varken, aynı Allah’a secde ettiği kardeşine kin ve düşmanlık beslemek, ayağına çelme takmak, arkasından kuyu kazmak, bir mümine yapılacak en büyük zulümdür. Müminlere karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar çok düşmanımız var görmüyor musunuz? Onlara karşı el ele verip müdafaada bulunmamız lâzımken; onların hücumunu kolaylaştırmak, onların İslâm’ın harimine girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan tarafgirlik ve inat, iman ehli olan bizlere yakışıyor mu? Bütün bunlara karşı en kuvvetli silâhın, siperin, kalenin İslâm kardeşliği olduğu bilincine ne zaman ulaşacağız?
Gelin ellerimizi ve gönüllerimizi Rabbimize açalım. Kalbimizdeki hastalıkları, nefsimizin hücumunu, şeytanın vesvesesini bütün içtenliğimizle Yaradan’a şikâyet edelim. Kendi işlediğimiz kocaman günahları, kusurları duvara asalım. Mümin kardeşimizin işlediği küçücük kusurları çuvala basalım. “Herkes yahşi, ben yaman. Herkes buğday, ben saman” diyelim. Rabbimiz! Ehl-i imân üzerinde oynanan oyunları sen boz. Kurulan tuzakları sen başlarına geçir. Yapılan kötü planları boşa çıkar. Müminlere feraset, basiret, iman-ı kâmil, ihlâs-ı tam, ihsan şuuru nasip eyle. Mümin kardeşlerimize karşı içimizde kin bırakma. Kalplerimize muhabbet tohumları ek. Rabbimiz! Asrı Saadetteki o erdemli toplumu bize de lütfet! İçimize imanın ve kardeşliğin muhabbetini ilka et! Bizi husumet ve kine sevk eden hasletlerden uzak et! İçimizde emniyet ve güveni tesis et! Cümlemize emir ve yasaklarına tereddütsüz itaati nasip et! Düşüncesizce işlediğimiz hatalarımızdan dolayı da bizi affet! AMİN
AYŞELİ POLAT