Güneşin, nur yüzünü peçesiyle setrettiği bir vakitte çalan telefon, gayri ihtiyari yüzümü gülümsetmşti. Uzun zamandır görüşmediğim lakin muhabbeti gönlümde her daim baki eskimeyen dostun ismini telefon ekranında görmek, son zamanlarda kararsızlık limanına demir atmış ruhuma ne iyi gelmişti. Gönlümüzün sahili hasret dalgalarıyla nasıl dövülmüşse artık, muhabbet uzadıkça uzadı. Ailelerimizden, çoluk çocuktan, havadan sudan, hastalıklarımızdan derken söz dönüp dolaşıp Gazze'ye ve boykota geldi.
Olabildiğince dertliydi kadim dostum. Lakin derdi Gazze'de yaşananlardan çok, ülkemizdeki hususen de evimizdeki, soframızdaki insanların duyarsızlığıydı. Ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin boykotun ehemmiyetini çocuklarına anlatamamaktan şikayetçiydi. Anlatırken öyle derinden bir "ah..." çekti ki sesindeki kırmızı renkte, içindeki yangını gördüm. Dertli şair Mehmet Akif'in dizeleriyle izah etti içindeki hiç sönmeyen ateşi... "Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!"
"Nerede hata yaptık hocam?" dedi ağlamaklı bir sesle. "Biz bebekler ölüyor, kadınlar ölüyor, insanlar ölüyor, bir şehir ölüyor diye avazımız çıktığı kadar bağırırken, kendi elimizde, kendi evimizde, kendi terbiyemizde yetişen çocuklarımız duyarsızca onların kolasını, kahvesini içiyor, onların çikolatasını, krakerini yiyor, onların telefonunu alıp, giysisini giyiyor. Delirecek gibi oluyorum. Ağlamaktan gözyaşlarım kurudu biliyor musun? Arkalarına yaslanıp pişkin pişkin "Amaan dünyayı biz mi kurtaracağız anne? Bir kolayla mı batacak İsrail? Bir telefonla mı iflas edecek?" diyorlar ya... Başımın döndüğünü, gözümün karardiğını hissediyorum. Sadece yutkunuyorum. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Tekrar tekrar soruyorum kendime "Nerede hata yaptık?"
"Çocuklar sözlerimize değil ayak izlerimize bakar. Ağzımızdan ne çıkarsa çıksın, tavsiyelerimiz ne kadar güzel olursa olsun fark etmez. Onlar, hadiseler karşısında bizim tavrımızı, tepkilerimizi takip ederler. Neye seviniyoruz, neye üzülüyoruz, neye şaşırıp neye öfkeleniyoruz ona bakarlar. Karakterlerini bizim tepkilerimize göre inşa ederler. Bu da bir anda olmaz. Yavaş yavaş, seneler içinde, göre göre olur" dedim. "Nasıl yani?"dedi.
"Söylediklerimin zihninde iyice oturması için bir misal vereyim müsaadenle. Hatta bizzat ailece yaşadığımız, benim için unutulmaz bir anımı paylaşayım istersen.
Aile olarak otellerde geçirilen tatil kültürümüz hiç yoktur. Bizim için tatil, hep akraba, dost, arkadaş ziyareti ya da turla çıkılan şehir gezmeleri şeklinde tezahür eder. Midenin almayacağı kadar bol yiyeceğin servis edildiği, yarıdan fazlasının da çöpe gittiği bir ortama sırf suya girip çıkmak için çakılı kalıp, çıkıp giderken de bir servet ödemek akıl kârı gibi gelmiyor bana. Bu yüzden otel tarzı tatiller tercih ettiğim bir dinlenme şekli değildir. Bu konu çok su götürür lakin konumuz bu değil.
Seneler önce, yani çocuklar daha ilkokuldayken sınıflarındaki arkadaşlarının yaz tatilinde gittikleri otelde ne kadar eğlendiklerini ballandıra ballandıra anlatmalarından mütevellit etkilenmişler. Büyük kızım yanıma geldi. "Anne, arkadaşlarım sadece bir defa takdirname aldı diye anne-babaları onlara pahalı hediyeler alıyor. Biz her yıl, her dönem takdirname alıyoruz. Siz bize pahalı hediyeler almıyorsunuz. Zaten biz de pahalı hediyeler istemiyoruz. Fakat arkadaşlarım her yaz dönüşünde gittikleri otelleri, yüzdükleri kaydıraklı havuzları, yedikleri çeşit çeşit yiyecekleri anlatıyor. Ne olur sanki bir defa biz de çok yıldızlı, kaydıraklı havuzlu bir otele gitsek! Bir kere de siz bizi ödüllendirseniz." dedi.
Haklıydı. Her dönem takdirname aldıkları halde "Takdirnameyi bizim için değil, geleceğiniz için alıyorsunuz." diyor, Takdirnameyi ödüllendirmek için başlı başına bir sebep olarak görmüyorduk. "Peki" dedim. "Bir defaya mahsus tatile gidelim." Nasıl sevindi, nasıl çığlık attı anlatamam.
Hemen internetten araştırmaya başladım. Mükemmeliyetçi ve detaycı olduğum için araştırma görevini eşim bana bırakmıştı. Neyse uzatmayayım, güzel bir otel buldum. Tek tek fotoğraflarına baktım, otelde kalanların yorumlarını okudum. Her şey yolundaydı. Gene de içim rahat etmedi. Telefonla aradım. Garantici bir insan olduğum için her ayrıntıyı tek tek sordum.
"Otelinizdeki kapalı havuz kadın-erkek ayrı mı?"
"Evet hanımefendi, ayrı..."
"Otelinizdeki sauna kadın-erkek ayrı mı?"
"Evet hanımefendi, ayrı..."
"Otelinizdeki hamam kadın-erkek ayrı mı?"
"Evet hanımefendi, ayrı..."
"Otelinizde çocuklar için kaydıraklı havuz var mı?"
"Evet hanımefendi, var"
Herhangi bir sorun gözükmüyordu. Bu yüzden 5 kişilik yer ayırtıp 4 gün için bir servet ödedim. Çocuklara da defalarca izah ettim. Bu sadece bir defaya mahsus, sadece onlar için yapılmış bir jestti. Onlar da bunun farkındaydı. Mutluydular.
Otele vardığımızda eşyaları odaya koyduk. Çocuklar havuza girmek için sabırsızlanıyorlardı. Eşim oğlumu, ben de iki kızı alıp aşağıya indik. Sonra onlarla ayrıldık. Resepsiyondaki beye kaydıraklı havuzun ne tarafta olduğunu sorduğumda "Kaydıraklı havuz sadece belli aylarda açık. Şu anda kullanıma kapalı durumda." cevabını aldım. Kızların suratı asılmıştı. Neredeyse ağlayacaklardı. Ortamı yumuşatmak için gülümseyerek "Olsun" dedim. "Dünyanın sonu değil ya. Hiç moralimizi bozmuyoruz. Eğlenmeye devam ediyoruz."
"Peki beyefendi kadınlara ait havuza nasıl gidebiliriz?" Parmağıyla işaret etti. İçeriye girdiğimizde ikinci şoku yaşadık. Çünkü soyunma kabini yoktu. Herkes odasından havuza mayosuyla geliyor, rahat rahat yüzüyordu. Kızların bakışlarına gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Rahatlıkta level atlamış kadınlara uzaydan gelmiş gibi bakıyordu benim kızlar. "Evet kızlar, moralimizi bozmuyoruz, Ben önünüze perde olurum siz de giyinirsiniz. Sıkıntı yok" dedim. Sıkıntı vardı, ama ağlamamak için kendilerini zor tutan kızlara bunu dillendiremezdim. Ben önlerine gerildim, onlar giyindi. Sonra yüzdüler. Havuzda moralleri düzelmiş gibiydi. Zaten 4 gün kalacaktık. Bu şekilde idare edebilirdik. Sauna ve hamam keyfinden sonra odaya gittik. Odada oğlum ve eşim öfkeli bir şekilde sabırsızlıkla bizi bekliyorlardı. Neler olmuş neler... Bunlar "Erkekler havuzu ne tarafta?" diye sormuşlar. Gösterilen yere girdiklerinde, bakmışlar ki içeride kadınlar var, herhalde yanlış geldik deyip çıkmışlar. Tekrar sorduklarında, erkeklere ait hususi bir havuz olmadığını, bir kadınlara ait bir de karışık havuz bulunduğunu söylemişler. Bir kenarda yüzeriz deyip içeri girdiklerinde, havuzun çok küçük olduğunu, içeride mayolu kadınların olduğunu görüp tekrar dışarı çıkmışlar. Eşimin öyle bir ifadesi var ki güler misin ağlar mısın... "Havuz o kadar küçük ki 2 kulaç atsak bir kadına çarpacağız. Nasıl yüzelim? Yüzmeyelim suyun içinde duralım desek her yer çıplak kadın dolu. Başımızı nereye çevirelim?" Velhasıl girdikleriyle çıktıkları bir olmuş. "Bari saunaya gidelim" demişler. İçeriye girdiklerinde mayolu kadınları saunada uzanır vaziyette görünce çıkmışlar. "Kadınların hamama da girecek halleri yok ya..." deyip hamama girmişler ki manzara daha vahim. Kadınlar hamamda yıkanıyor. Görevliye, hamamın kadınlar hamamı olmadığı halde kadınların içeride ne aradığını sormuşlar. Görevliden "Karışık hamam sonuçta. Çıkaramayız ki kadınları" cevabını almışlar. Hemen odaya gelmişler. Biz içeri girer girmez yaylım ateşine tuttular beni. "Nereden buldun bu oteli? Biz yapsak burnumuzdan getirirdin?"
"Yahu ben defalarca sordum. Bana hep yalan söylenmişler" dediysem de nafile. Neyse dedik, kızlar için geldik, 4 gün sabredeceğiz. Siz oğlumla otelin dışında gezersiniz. Onlar da doya doya havuzda vakit geçirir.
Akşam yemeği vakti geldiğinde otelin restoranına çıktık. Bir güzel karnımızı doyurduk. Tam restorandan çıkarken kenarda sıralanmış içki şişelerini gördük. Başımızdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Aman Allahım! Girerken nasıl görmedik? Moralimiz bozuk odaya gittiğimizde, oğlum "Ben bir oteli gezeyim hemen geliyorum" dedi, çıktı gitti. Kısa bir süre sonra döndü. Söyledikleri kelime kelime hâlâ hatırımda. "Anne aşağıda canlı müzik eşliğinde içki servisi yapılıyor. Baba bizim burada ne işimiz var? Şu an deprem olsa ve ölsek, Allah bize nasıl haldeyken öldünüz? dese ne cevap vereceğiz? Hemen gidelim burdan!"
Oğlumuzun hep yaramaz oluşundan dem vurur, şikayet ederdik. O gün o sözlerden sonra eşimin omuzlarının dikleştiğini hissettim. Oğlumuzla gurur duyuyorduk. Hiç beklemediğimiz bir tepkiyle bizi gururlandırmıştı.
Hava kararmıştı. Biz daha yarım gün bile kalmamıştık. Eşyaları topladık. Resepsiyondaki beye otelden ayrılacağımızı söyledik. Ödediğimiz parayı geri vermeyeceklerini söylediler. Öyle şaşkın bakıyordu ki... "Nasıl yani? O kadar para ödedikten sonra sırf otelde içki var diye bir gece bile kalmadan geri mi gideceksiniz? Ama paranız yanacak?" dedi. Ben de ona "Yanılıyorsunuz, paramız boşa gitmedi. Biz o para karşılığında cenneti satın almayı umut ediyoruz" dedim. Bakışları hâlâ gözümün önünde.
Arabaya bindiğimizde kızların morali bozuktu. Ama tek kelime etmediler. Ne ağladılar ne de sitem ettiler. Çünkü o gün gösterdiğimiz tepkiyle çocuklara sınırlarımızı öğretmistik. Tavrımızın netliği, tepkimizin keskinliği en güzel öğretmen olmuştu onlara. O günden sonra bir daha otel talepleri olmadı.
Demem o ki çocukların karakteri böyle keskin durumlarda oluşur. Anneyi-babayı böyle durumlarda gösterdikleri tepkilerle hatırlarlar. Mesela orkestralı, kadın-erkek karışık eğlenilen bir düğüne gitmekten imtina eden anne-babanın çocuğu, kendi düğününü böyle yapabilir mi? Anne-babasının orkestra yoktur zannıyla gittiği, fakat kadın-erkek karışık oynandığını fark eder etmez kapıdan döndüğü, akraba da olsa, dost da olsa, en yakın arkadaş da olsa bu hususta taviz vermediği hususuna şahit olan ve bu durumun sebebini sorduğunda "Allah'a meydan okunan bir mekana girmeyiz, o mekanda bulunmayız." cevabını alan bir çocuk böyle bir ortamı oluşturabilir mi?
Boykot da böyledir. Çocukluğundan beri, anne babasının İsrail'e karşı takındığı tavrı adım adım izleyen çocuk, büyüdüğünde boykot hususunda zorlanmayacaktır. Zira bu durumun bir dava işi olduğunun farkındadır. Fakat bu hususta hiçbir hassasiyeti olmayan anne babasının eğitiminde yaş almış bir çocuk, yetişkin olduğunda hassasiyet göstermesi istense bile göstermez. Çünkü o ruh pat diye inşa olmaz. Bir evin yapılması nasıl zaman içerisinde ve tedricen mümkün oluyorsa, çocuğun karakter ve hassasiyetinin inşası da tedricen olacaktır. Lakin umutsuz değiliz. İstiğfar ve dua gibi bir hazineye sahibiz. Merhameti bol, ol deyince oluveren bir Rabbimiz var. Bu yüzden istemeye devam edelim. Çocuklarımıza dair dualarımızı hiç kesmeyelim. Zira onların bize, bizim de onlara ihtiyacımız var." dedim.
Özlemişiz birbirimizi. Konuşarak zehrimizi aldık, umutla ayrıldık.
Ayşeli Polat