Bugun...


Ayşeli Polat

facebook-paylas
SORUMLULUĞUN OLMADIĞI YERDE SORUNLAR BAŞLAR
Tarih: 07-05-2024 06:45:00 Güncelleme: 07-05-2024 06:45:00


Samimiyetine itimat ettiğim, gönlümü gönlüne yasladığımda demlendiğim ve dinlendiğim bir dostun evine misafir olduk yakın zamanda. Aslında ev oldukça küçüktü, yatılı misafir ağırlamaya müsait değildi. Lakin muhabbetinin nûru kalbinden bütün bedenine sirayet eden dost, öylesine istiyordu ki evine misafir olmamızı, bunu bakışlarının derinliğinde görebiliyor, bütün zerrelerimle hissedebiliyordum. Zira misafir ağırlamak için geniş bir evin, enva-i çeşit yemeğin olmasına gerek yoktu. Atalarımız ne güzel söylemiş “Gönlün sığdığı yere köy sığar” diye… Nice zenginler vardır, tripleks villada oturur, lakin evine tek bir misafir girmemiştir. Mutfağı çeşit çeşit yiyecekle doludur, lakin tek bir kişi yemeğini yememiştir. Misafir ağırlamak da bir nasip işi diye düşünürüm ben. Bu yüzden herkese nasip olmaz.

Navigasyon yardımıyla evi bulduğumuzda arabayı park edip eşyaları indirmeye başladık. Bir hafta boyunca “Ayşeli Hoca Teyze’nin gelmesine kaç gün kaldı?” diye annesini darlayan evin küçük oğlu Halil Enes, çoktan dibimizde bitmiş, elimizden eşyaları kaptığı gibi önümüze düşmüştü. Beni görünce gözleri parladı. Annesi sıkı sıkı tembihlemiş olmalı ki öpmek için elime uzanmadı. Bu durumdan duyduğu rahatsızlık her halinden belli oluyordu. Hoplaya hoplaya merdivenleri çıktı. Biz de peşinden onu takip ettik. Evin kapısı sonuna kadar açıktı. Bütün ev ahalisi kapının önünde hazır kıta bekliyordu. Ev ahalisinin dışında başkalarının da olduğunu fark ettim. Ev sahibi, haremlik selamlık oturduğumuzu bildiği için bizi iki ayrı odaya buyur etti. Ev ahalisinin dışındaki diğer misafirlerle tanıştırdı. Benimle tanışmayı çok isteyen bir arkadaşı, benim ziyarete geleceğimi duyunca annesi, eşi ve küçük bebeğiyle çıkıp gelmişti. Tanışma faslı bitince ev sahibi dostum, erkeklerin oturduğu odanın kapısını tıklatıp “Abdülkadir! Halil Enes!” diye seslendi. Odadan fişek gibi fırlayan iki çocuk direk mutfağa gittiler. Çocuk dediysem, Abdülkadir 18 yaşında, Halil Enes 13. 
Mutfakta annelerinin verdiği talimatı alıp tekrar geri döndüler. Abdülkadir erkeklerin sofrasını, Halil Enes kadınların sofrasını kurma çalışmalarına başladı. Ben ise müfettiş edasıyla çalışmanın her karesini hayretle izliyorum. Halil Enes önce masanın üzerindeki eşyaları vitrinin önüne sıraladı. Sonra masa örtüsünü güzelce katlayıp kaldırdı. Masanın üzerine tek kullanımlık masa örtüsünü itina ile serdi. İki tarafın eşit olup olmadığını defalarca kontrol etti. Kaşık, çatal ve bıçakları düzenli bir şekilde dağıttı. Peçeteleri yerleştirdi. Sofraya getirdiği her tabağın sofrada durduğu yerin uygun olup olmadığını farklı açılardan değerlendirdi. Sürahiyi, su bardaklarını sıraladı. Salata ve cacıkları simetrik bir şekilde yerleştirdi. Sofra hazır olana kadar büyük bir iştiyakla koşturdu. Her şey hazır olunca da “Buyurun!” dedi gülümseyerek. Sofraya oturduğumda ev sahibine duyduğum hayranlığı dile getirdim. “Kızım olmayınca oğullarımı bu şekilde yetiştirdim” dedi. Herkes yemeğini yiyip doyduğunda, Halil Enes aynı titizlikle sofrayı kaldırdı. Tek kullanımlık masa örtüsünü toplayıp mutfağa götürdü. Masa örtüsünü tekrar serdi. 

Farkında mısınız bilmiyorum, ama gelenek ve göreneklerimizden her geçen gün biraz daha kopuyoruz. Aile içi iletişim; aile fertleri arasındaki saygı, sevgi, hürmet; aile fertlerinin sorumlulukları paylaşması; acıda ve sevinçte birlik, yardımlaşma ve dayanışma gibi aile kurumunun olmazsa olmazları hayatımızdan çıkıp gidiyor bir bir. İnternetin bodoslama hayatımıza girmesi, bir köy hükmünde olan dünyadaki bütün kötü örneklerin gözümüze sokulması, sosyal medyanın inkâr edilemez etkisi, toplum baskısı gibi faktörler, aile bireylerini bencil, sorumsuz, saygı, sevgi ve empatiden yoksun insanlara dönüştürüyor. Aile olarak öyle bir istila altındayız ki, gerek televizyonda her gün bir yenisi çıkan diziler, evlilik programları, sabah kuşakları, gerekse sosyal medya aracılığıyla bütün benliğimizi kuşatan videolar, ikna ve reklamın baştan çıkarma yöntemini kullanarak ruhlarımızı iğdiş ediyor. 
Sistem o kadar planlı kurgulanmış ki, her şey birbirine bağlı, süreç tıkır tıkır işliyor. Önce zihinlerimize lüks harcamalar ihtiyaç olarak kodlandı. Yeterli olanı çok az bulan birine, dünyayı verseniz memnun edemezsiniz. Atalarımız “Kanaat en büyük zenginliktir” diye boşuna dememiş. Sahip olduğu ile yetinmeyen kişi, ne kadar zengin olursa olsun fukaradandır. Bunu bilen sistem, her metodu kullanarak kısa süre içinde doyumsuz, tamahkâr, her şeyden şikâyet eden, hiçbir şeyden memnun olmayan, sabırsız insan müsveddeleri inşa etti.
İkinci olarak, madem istediklerinizi alamıyorsunuz, öyleyse alabilmek için daha çok çalışmalısınız mesajı yüklendi uyuşturulmuş zihinlere. Daha çok çalışınca da alamayacaksanız, eşleriniz ne güne duruyor? Onlar da çalışsın. Ancak o zaman her istediğinize kavuşabilirsiniz dendi her gün masumca izlediğimiz reklamlarda. Öyle sinsi idi ki sistem, bir taşla birçok kuş vurmuştu böylelikle. Hem anneleri çalışma hayatına atılan, bu yüzden eğitimsiz, sevgiden yoksun ve korunmasız kalan çocuklara daha çabuk ulaşıp onları kendi ahlaksız sistemiyle eğitmiş oluyordu, hem evden dışarı çıkardığı kadınların iş gücünü ve bedenini sömürüyordu, hem de akşam eve yorgun argın gelen aile bireylerinin aile bağlarını zayıflatarak son kale olan aileyi temelinden yıkıyordu. Sistem bu süreci çok güzel yönetti.

Medyanın gücünü de hafife almamak lazım. Kanaat ve iktisadın lügatlardan çıkarıldığı, her şeyin metaya dönüştürüldüğü, insanların reklam avı olarak görüldüğü bu platform, bize sürekli alışveriş yaparak mutlu olabileceğimizi empoze etti. Yayınlanan her dizinin, her reklamın, çekilen her videonun, yapılan her röportajın altına sinsice “Hafta içi çalışıyorsunuz, hafta sonu stres atmak için alışveriş yapmalısınız. Bu sizin en doğal hakkınız. Ancak böyle mutlu olabilirsiniz” mesajını yerleştiren malum güçler, biz asırlık uykularda rüya görürken ailenin temeline dinamitleri ustaca yerleştirdi. Biz de bu sistemin azat kabul etmez köleleri olarak mutlu olma umuduyla sürekli tükettik, durmadan alışveriş yaptık. Pekiyi mutlu muyuz? Tabi ki hayır.

Biz, anne-babamızın bize verdiği sorumlulukları yaptığımızda kendimizi o aileye ait hissettiğimizde mutluyduk. Annemizle yemek yaparken, çamaşır katlarken, annemizle vakit geçirdiğimizde mutluyduk. Bir işi başardığımızda annemiz tarafından takdir gördüğümüzde mutluyduk. Babamızla tarlada çapa yaptığımızda, koyunları otlattığımızda, tavukların yumurtalarını topladığımızda mutluyduk. Gece geç vakte kadar sokakta oyun oynarken çişimiz geldiğinde eve gitmek yerine bir ağacın altına oturduğumuzda, komşu teyzenin salça sürdüğü kuru ekmeği 3 arkadaş bölüştüğümüzde mutluyduk. Çat kapı gelen misafirlerin ayakkabılarını düzelttiğimizde, onların sohbetlerini dinlediğimizde mutluyduk. Ailemizle oturmaya gidip bir köşede sızıp kaldığımızda, meyve tepsisi geldiğinde uykulu gözlerle çerezleri yerken mutluyduk. Tek oyuncağımız olan bez bebekle sayısız hayaller kurarken, telden yapılmış arabamızla yarış yaparken mutluyduk. Oyunlarımızda yağ ve bal satardık da arkadaşımızı asla satmazdık. Kahvaltı sofrasında peynir olsa zeytin olmazdı, zeytin olsa reçel olmazdı, ama biz mutluyduk. Yufka ekmeğini siniye açar, üzerine dumanı üstünde bulgur pilavını döker, tuzlu ayranı kaşıklardık, mutluluktan havalara uçardık. Senede iki defa giysi alınırdı. O da bayramlarda… Bir bayramda elbise, diğerinde ayakkabı. Bir sene boyunca o günün gelmesini sabırla beklerdik. O gün geldiğinde elbisemizi yastığın altına koyar uyurduk. O elbisenin yastığın altında durması bile bizim için ayrı bir mutluluktu. Biz nenemizin masallarında kaybolup, dedemizle camide namaza durup arkadaşlarla kikirderken mutluyduk. Dizlerimize ulaşan karda kilometrelerce yolu yaya yürüyüp düşe kalka okula giderken mutluyduk. Okula götürdüğümüz sefertaslarında buz gibi olmuş yemekleri öğle arasında kaşıklarken mutluyduk. Eşek arabasının üzerinde eşeğin yuları elimize geçtiyse en mutlu kişi bizdik. Eşek arabasıyla pazardan dönerken fırından yeni çıkmış somun ile bal gibi kavunu yer, rüzgâra karşı saçlarımızı savurur, dünyanın en zengini bizmişiz gibi mutlu olurduk. Fakat maalesef o günlerdeki mutluluğu kaybettik. Ne zaman mı kaybettik? 
Çocuklarımız için ayrı bir oda açıp onları oturma odasından uzaklaştırdığımızda, sohbetimizden mahrum ettiğimizde kaybettik. Ellerine telefonu tutuşturup, terbiyelerini başkalarına bıraktığımızda kaybettik. “Aman dersinde başarılı olsun da başka bir şey istemiyorum” diyerek sorumluluk vermeyi bıraktığımızda kaybettik. Sorumluluk vermediğimiz çocuklarımız, dev gibi sorunlarla karşımıza dikildiğinde, çözümü yanlış mecralarda ararken kaybettik. Çocuklarımızın tehlikeli sularda yüzdüğünü bile bile onları internetle baş başa bıraktığımızda kaybettik. Geleceklerini imar etme adına daha çok, daha çok çalışırken, gönüllerini ihmal ettiğimizi unuttuğumuzda kaybettik. Üstlerine çeşit çeşit giysiler giydirirken ruhlarını çıplak bıraktığımızda kaybettik. Önlerine enva-i çeşit nimet koyarken sevgi konusunda aç bıraktığımızda kaybettik. Kendi evlerimizde, kendi ellerimizle tamahkâr, doyumsuz, bencil, hiçbir şekilde mutlu olmayan bireyler yetiştirirken kaybettik. Her istediklerini hiç bekletmeden altın tepside sunarak sabretmeyi bilmeyen sabırsız bireyler var ettiğimizde kaybettik. Büyüğüne de, küçüğüne de nasıl davranacağını bilmeyen, saygısız, kaba, teşekkür etmeyi ve özür dilemeyi beceremeyen birinin, okul başarısıyla övünürken kaybettik. Artık ne yapsak nafile! Sahte mutluluklarla günü kurtarma peşindeyiz, lakin hiçbirimiz mutlu değiliz. Halil Enes ve onu yetiştiren annesi beni nerelere götürdü görüyor musunuz? Rabbim cümlemizi evlatları yüzünden dünyada da ahirette de mahzun ve mükedder etmesin. AMİN.

Ayşeli Polat
 

 



Bu yazı 1249 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI