Bugun...


Ayşeli Polat

facebook-paylas
ÇOCUK EĞİTİMİNDE SINIFTA KALDIK
Tarih: 22-12-2023 11:12:00 Güncelleme: 22-12-2023 11:12:00


Zamanın en kutlu dilimi olan Asr-ı Saadette bir gece yarısıydı. Açlığın şiddetli ıstırabı, Allah Resulü’nün gözünde uyku bırakmamıştı. Belki bir lokma bir şey bulurum umuduyla evinden çıktı, sokakta rastgele yürümeye başladı. Yolda bir karartının kendisine doğru geldiğini hissetti. Dikkatlice baktığında bu kişinin, hayatının hiçbir anında yanından ayrılmayan, onu asla yalnız bırakmayan biricik dostu Hz. Ebubekir olduğunu gördü. Gecenin bir yarısı, Medine'nin bu tenha köşesinde randevulaşmış gibi yanına gelen dostuna selam verdi. Sonra da ona, gecenin bu vaktinde onu dışarıya çıkaran şeyin ne olduğunu sordu. Resulullah'ın sorusuna “açlık” cevabını verdi Hz. Ebubekir. Ve devam etti: “Evde yiyecek bir şey bulamadım, açlıktan uyuyamayınca ben de dışarıya çıktım. Anam babam sana feda olsun Ya Rasulallah! Sen niye dışarıdasın?”

Allah Resulü, can dostuna açlıktan dolayı dışarı çıktığını söyledi. Bu esnada karşıda bir karartı daha belirdi. Karartı yaklaştıkça bu kişinin Hazreti Ömer olduğunu gördüler. Ömer’in verdiği selamı aldılar. Allah Resulü, Ömer'e de bu saatte niçin dışarıda olduğunu sordu. Cevap hep aynıydı: “açlık”

Efendimiz’in aklına birden Ebû’l-Heysem geldi. Zira Ebû’l-Heysem’in evi o taraflardaydı. Kim bilir belki onlara hurma ikram ederdi, böylelikle açlığın ıstırabından kurtulurlardı. Üç arkadaş Ebû’l-Heysem’in evine vardılar. Ebû’l- Heysem ve hanımı o sırada uyuyordu. Bunların 5 bilemedin 6 yaşlarında bir de oğulları vardı. Önce kapıyı Hazreti Ömer çaldı. Gür sesiyle “Ya Ebal-Heysem!” diye seslendi. Fakat ne Ebû’l-Heysem ne de hanımı sesi duymadı. Yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, yatağından ok gibi fırladı ve heyecanla haykırdı: “Baba kalk kalk, Resulullah'ın en sadık dostu Ömer evimize geldi!”

Ebû’l-Heysem oğlunun rüya gördüğünü zannetmişti. “Yat oğlum, gecenin bu saatinde Ömer'in bizim evde ne işi var?” dedi. Tekrar yattılar. Kapı açılmayınca kapıyı bu defa Ebubekir çaldı. İçeriye “Ya Ebal-Heysem!” diye seslendi. Sesi işiten çocuk yine yatağından fırladı ve “Baba nolur kalk, Allah Rasulü’nün mağaradaki arkadaşı Ebubekir kapımıza geldi diye bağırdı. Babası kızarak onu tekrar yatırdı. Kapı açılmayınca son kez kapıyı Rasulullah çaldı ve “Ya Ebal-Heysem!” diye seslendi. Çocuk, Efendimiz’in sesini tanımıştı. Babasına sormayı beklemeden yayından fırlayan ok misali hem kapıya doğru koşuyor hem de “Baba kalk kalk, Allah’ın Resulü kapımıza geldi!” diyordu. Ebûl-Heysem hayretler içindeydi. Gecenin bu vaktinde Allah’ın sevgilisi hanesini şereflendirmişti. Onları içeri buyur etti. Hemen bir oğlak boğazladı. Zira bu şeref, her an her insana nasip olacak bir şeref değildi. Bu aziz misafirlerin karınlarını doyurup uğurladı.

Asr-ı Saadette yaşanan bu hatırada, 5 bilemedin 6 yaşlarındaki o çocuğun Resulullah’a duyduğu derin muhabbete, kurduğu gönül bağına dikkatinizi çekmek istiyorum. Küçücük bir çocuk, Resulullah'ın sesine, soluğuna ne kadar aşina; evlerine geldiği için ne kadar heyecanlı; teşrifinden dolayı ne kadar mutlu fark ettiniz mi? Bunun sebebini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok.

Demek ki Ebû’l-Heysem ve eşi, o küçücük çatının altında hep Resulullah’tan bahsetmiş. Evdeki bütün sohbetlerin, konuşmaların konusu hep Resulullah olmuş. Söze Resulullah ile başlamış, onunla devam etmiş, sözü onunla bitirmişler. Anne-babasının Resul’e olan bu derin muhabbeti, çocuğun kafasında öyle yer etmiş ki çocuk, Resulün, Allah nezdindeki kıymetini iliklerine kadar talim etmiş. Cennete giden yolun Resulullah’tan geçtiğini hakka’l-yakin idrak etmiş. Öyle ki kapı çaldığında seslenen kişinin kim olduğunu hemen biliyor.

Doğru ağacın eğri gölgesi olmadığı gerçeğini sadece Asr-ı Saadette değil, günümüzde Gazzeli çocuklarda da görüyoruz. Bombalarla yerle bir olmuş evinin enkazından çıkarılan küçük oğlan çocuğu, ölümün eşiğindeyken bile şehadet parmağını kaldırıp şehadet getirerek Allah'a şükrediyor. Bizim bildiğimiz çocuk, enkazdan çıkarken anne diye ağlar, babasını ister, acıktım der, su verin der, şuram ağrıyor, buram acıyor der, nazlanır. Ama asla şehadet getirmez.

Annesi ve babası şehit olmuş, iki küçük kardeşine hem annelik hem babalık yapmak zorunda kalmış, kendisi küçük, yüreği kocaman kız çocuğunun, yeni şehit olmuş ve kefenlenmiş babasının başucuna oturup kardeşlerini teskin ettiği videoyu hepiniz görmüşsünüzdür. “Bakın kardeşlerim babamız ne kadar güzel! Sakın üzülmeyin. O annemizin yanına gitti. O artık bir şehit. Şu anda cennetteler ikisi de…” dediği video. Bu çocuklar, birçok yetişkinin gösteremediği bu teslimiyeti, bu tevekkülü nereden biliyorlar? Yıkıntılar arasında zafer işareti yapıp gülümseyen çocuklar… “Kanımızın son damlasına kadar savaşacak, burayı terk etmeyeceğiz” diyen çocuklar… “Allah bizi sevdiği için cennete layık hale gelelim diye imtihan ediyor” diyen çocuklar… Şehit taşıma oyunu oynayan çocuklar… Bu cesareti, bu metaneti kimden öğreniyor?

Anne-baba, çocuğu daha küçücükken yüreğine Allah'ın kudretini, azametini, büyüklüğünü, her şeye gücünün yettiğini yerleştirmese, bebekliğinden itibaren Allah'a iman tohumunu gönül tarlasına ekip mütemadiyen sulamasa, ilmin ve irfanın nûruyla aydınlatmasa böyle muhteşem bir teslimiyet meyvesini alabilirler mi? Mensup oldukları dinin önce temsilcisi sonra tebliğcisi olmasalar, çocukları ana-babalarının ayak izlerini adım adım takip eder mi? Tahkikten uzak, taklidi bir imanı göğsünde taşıyan anne-babanın nasihati, çocuğun gönlünde makes bulur mu? Elbette hayır.

Ufak tefek mutfak ihtiyaçları için markete uğramıştım. Kapıdan içeri girdiğimde, kendimi, nedenini anlayamadığım büyük bir gürültünün içinde buldum. Ağlamalar, bağırtılar birbirine karışıyordu. Biraz durup ne olduğunu anlamaya çalıştım. 5 yaşlarında bir erkek çocuğu çıldırmış gibi bağırıyor, salya sümük ağlıyordu. Saçı başı darmadağın olmuş, eteğinin bir ucu yırtılmış, ayakkabısının topuğu kırılmış bir kadın, perişan bir halde çocuğu zapt etmeye çalışıyor; yüzünü tırmalayan çocuğun hışmından nasiplenmeme adına olağanüstü bir çaba sarf ediyordu. Çocuk bir taraftan yerde deli gibi yuvarlanırken, bir taraftan da “Beyaz çikolata istiyoruuuuum!” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yüzündeki tırmık izlerinden siyim siyim kan süzülen kadın, çocuğu yerden kaldırmak için ne diller döküyor, fakat çocuk kadını dinlemiyordu. Kadın “Oğlum bakkal amcayı duymadın mı? Burada beyaz çikolata yokmuş. Hadi kalk başka markete gidelim, oradan alalım beyaz çikolatayı” dese de çocuk “Bana ne! Ben başka market istemiyoruuum. Ben beyaz çikolata istiyoruuum!” diye bas bas bağırıyordu.

Bir anda nasıl oldu anlayamadım. Yerde bir o yana bir bu yana yuvarlanan çocuk, kaşla göz arasında gidip marketin züccaciye bölümündeki eşyaları bir hamlede yere indirdi. İstiflendiği yerden bir anda yere düşen onlarca cam bardak, cam tabak, düştüğü yerde tuzla buz oldu. Marketin her tarafı cam kırıklarıyla doldu. Marketin züccaciye bölümünden gelen şangırtı seslerine duyarsız kalamayan market sahibi koşarak kadının yanına geldi. Gördüğü manzara karşısında şok yaşayan zavallı adam, bir süre ne yapacağını bilemedi. Şaşkınlıkla “Aman Yarabbiii! Bütün bardaklar kırılmış!” diyebildi sadece. Kadıncağız “Kusura bakmayın, çocuk işte! Zararınızı karşılarız” diyerek ezilip büzülürken, çocuk bir anda market sahibini tekmelemeye başladı. Market sahibi can acısıyla çocuğa okkalı bir şamar yapıştırdı. Çocuk hiç beklemediği bir anda gelen tokatla sarsıldı. Kendini yerden yere atıp kafasını duvarlara vurmaya başladı. Kadın öfkeyle market sahibine çıkıştı. “Sen kim oluyorsun da benim biricik oğluma tokat atıyorsun? Ne biçim adamsın? Çocuk bu çocuk! Kazık kadar adamsın, çocukla çocuk oluyorsun!”

Market reyonlarında dolaşıp market arabasını dolduran diğer müşteriler de tartışmaya dâhil olunca markette büyük bir arbede çıktı. Tartışmanın uzayacağını düşünüp marketten ayrıldım. Arabama binip başka bir markete gitmek üzere yola koyuldum. Yol boyu Cibril Hadisi’ni düşündüm.

Hani sahabeyle birlikte mescitte bulunan Allah Resulü’nün yanına insan suretinde gelip, ona sorular soran Cebrail (as), son olarak “Bana kıyamet alâmetlerinden haber ver Ya Rasulallah!’ diyor ya. Allah Rasulü de, Cebrail (as)a cevaben “Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir” buyuruyor. Yol boyu bu alametler zihnimde dolaştı durdu.

Bu hadiste geçen “Cariyenin kendi sahibesini doğurması, yani kölenin efendisini doğurması” tabiri ne kadar manidar öyle değil mi? Allah Resulü adeta “Öyle bir zaman gelecek ki çocuklar efendi hükmünde, anne-babalar ise köle hükmünde olacak” diyor. Sizce de Allah Resulü’nün ifade ettiği o zaman gelmedi mi? Sizce de günümüzde çocuklar efendi, anne-babalar köle değil mi? Peki bunun müsebbibi kim? Çocuk merkezli bir hayat yaşayan, hayatını çocuğun arzu ve isteklerine göre düzenleyen, çocuğa hayır demesini bilmeyen, çocuğun her istediğini anında yapan anne-babalar değil mi?

Maalesef anne-babalar, çocuklarına kral ya da kraliçeymiş gibi davranınca, ona her istediğini ısrar ederek, ağlayarak ya da inatlaşarak elde etmeyi öğrettiklerini, sırf bu yüzden çocuklarının uygun olmayan, zamansız ya da kabul edilemez isteklerde bulunduğunu görmüyorlar. Kendisini kral, herkesi de kendisine hizmet etmesi gereken hizmetçi gözüyle gören, diğerkâmlık hissinden mahrum yetişen çocuklarının merhametsizliğinden şikâyet ediyor, bunun müsebbibinin kendileri olduğu gerçeğini kabul etmiyorlar. Her istediği anında yapılan çocuklar, beklemeyi bilmeyen, sabırsız yetişkinler olarak, yorulmadan, emek vermeden, terlemeden kısa yoldan zengin olma hayaliyle çok kazanma hırsına kapılıp harama meyledebiliyor. Şükürsüz, teşekkür etmeyi bilmeyen, kanaat duygusundan yoksun, her şeyden şikâyet eden çocuklar, neye sahip olurlarsa olsunlar mutlu olmuyorlar. Çocukken şımartılan çocuklar büyüdüklerinde, ekonomik bağımsızlığı olmayan, borç içinde yüzen ve aşırı harcama yapan sorumsuz bireylere dönüşüyor. En kötüsü de, anne- babalar, bir şeyleri başarmaları, özgüven kazanmaları, seçimlerinin sonuçlarını görmeleri, başarısızlıktan ders çıkarmaları hususunda çocuklarına fırsat vermedikleri için, her şeyi hazır bulan ve hayata karşı mücadelesiz bırakılan çocuklar, en küçük bir sendelemede yıkılıyor. En acısı da ne biliyor musunuz? Maalesef anne-babalar bunu iyi niyetle yapıyor. Tıpkı kelebekle adamın hikâyesinde olduğu gibi:

Bir gün adamın biri bir kelebek kozası buluyor. Kozadaki küçük delikten bir kelebek beliriyor. Adam oturuyor, saatlerce kelebeğin bu delikten çıkma çabasını izliyor. Bir ara kelebek duruyor. Adam, kelebeğin delikten çıkmak için çabalamaktan vazgeçtiğini zannediyor. “Kelebek elinden gelen her şeyi yaptı, artık yapabileceği bir şey yok” diye düşünüp kelebeğe yardım etmeye karar veriyor. Eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütüyor. Bu yardım üzerine kelebek kozadan kolayca dışarı çıkıyor. Fakat kelebeğin bedeni kuru ve küçücük, kanatları da buruşuk. Adam kozadan çıkan kelebeği izlemeye devam ediyor. Kelebeğin kanatlarının açılıp genişlemesini, bedenini taşıyacak kadar güçlenmesini bekliyor. Ama adamın beklediklerinin hiçbiri olmuyor. Kelebek hiçbir zaman uçamıyor. Hayatının geri kalanını kurumuş bir bedenle, buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçiriyor.

Aslında adam kelebeğe iyi niyetle yardım etmek istedi. Fakat kelebeğe iyilik yapayım derken ona çok büyük bir kötülük yaptı. Adamın anlayamadığı bir şey vardı. Kozanın kısıtlayıcılığı ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çaba, Allah’ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek için ve kozadan çıkabildiği anda uçmasını sağlamak için seçtiği bir yol olmasıydı. Kelebek kozada yeterince kalmadığı için uçamadı. Anne-baba da tıpkı bu adam gibi iyi niyetli. Çocuğa her konuda yardım ederek iyilik yaptıklarını düşünüyorlar. Fakat farkında olmadan kötülük yapıyorlar.

Gazzeli çocukları her izlediğimde, anne-babalar olarak yaptığımız hataları daha net görebiliyorum. Söylesenize, hangimiz çocuklarımızın önüne sınırsız oyuncak öbeğini yığıp hayal dünyasını paramparça etmedik ki? Hal böyle iken çocuklarımızdan Gazzeli çocukların tevekkül ve kanaatini beklemek ne kadar komik değil mi? O etütten bu etüde yarış atı gibi koşturduğumuz; aldığı her takdirnamede cenneti kazanmış gibi alkışladığımız; en pahalı, en özel markalı kıyafetler giydirerek, değerli olduğunu hissettirdiğimiz; elinden tutup market reyonlarında dolaşarak istediği her şeyi aldığımız; “Ben yaşamadım o yaşasın” diyerek bütün edepsizliğine göz yumduğumuz çocuklarımızdan, enkazdan çıkarken şehadet getiren çocuğun imanına benzer bir imana sahip olmasını beklemek insafsızlık değil midir? Bırakın çocuklarını yetişkinlerinin bile tek çırpıda şehadet getiremediği, şehadetin anlamını bilmediği, şehadeti niye getirdiğinin bilincinde olmayan bir toplumun çocuklarından, taş gibi imanlı bir kalbe sahip olmasını beklemek haksızlık değil midir?

Söyler misiniz lütfen, daha 1 yaşındayken dişi, çişi, yaşı için organizasyon düzenlenen; ilkokula başladığında etüde yazdırılan; başarısı, aldığı takdirnameyle ölçülen; istediği her şeyi daha aklından geçmeden önünde bulan; kaşık tutmayı beceremeyen minik ellerine telefon tutuşturulan; dini eğitime dair tek bir kelime duymayan, evin efendisi konumundaki çocuk, taş gibi imana nasıl sahip olsun?

Alışveriş merkezlerinde fink atıp, akşama kadar mağaza tavafı yapan, haftanın bütün dizilerini ezbere bilen bir anneyle, borsada zengin olma hayalleriyle helal- haram kavramlarını çoktan unutmuş, kredi kartları ceplerini delen bir babadan nasıl bir çocuk peyda olabilir ki? Kuru söğütten düdük olur mu?

Bu hale nasıl geldik, ne zaman geldik bilmiyorum. Lakin bizim milletimiz böyle değildi. Biz böyle değildik. Çocuklarımız böyle değildi. Nereden nereye geldiğimizi anlamak için, biraz geçmişe yolculuk yapalım isterseniz.

Fransa’nın ünlü gazetelerinden Le Monde muhabiri 1922 yılında Türkiye’ye gelir. Amacı, savaş yorgunu bir ülkedeki hayatın akışını incelemektir. İstanbul’u gezip araştırdıktan sonra trenle Anadolu’ya doğru yola çıkar. Eskişehir’de trenden iner. Eskişehir’in sokaklarını dolaşırken, 9 ila 11 yaşları arasında üç çocukla karşılaşır. Çocukların üzerindeki elbiseleri, yırtık çuvallardandır. Ayaklarında ayakkabı yoktur ve neşe içerisinde oynamaktadırlar.

Muhabir bu çocuklara yaklaşır ve babalarının ne iş yaptıklarını sorar. Birinci çocuk, babasının Çanakkale’de şehit olduğunu söyler. İkinci çocuk, babasının Sarıkamış’ta şehit olduğunu söyler. Üçüncü çocuk da buna benzer bir cevap verir. Muhabir son olarak “Peki size kim bakıyor” diye sorar. Çocuklar “Şu küçük evde oturan ihtiyar bir teyze var, bize o bakıyor” cevabını verirler. Muhabir çok şaşırır. Tam bu sırada, çocukların gösterdiği küçük evin penceresinden ihtiyar bir kadın çocukları isimleriyle çağırır. “Gazanfer, Muzaffer, Mücahit, haydi çorba hazır gelin artık” der.

Muhabir bu küçük röportajdan sonra gezisini yarıda keser ve memleketine döner. Döndüğünde gazetesine şöyle yazar:

“Elde yok, avuçta yok. Üstleri çıplak, başları açık, ayakları ıslak. Ekmekleri yok, aşları yok. Ama çocuklarının isimleri; Gazanfer, Muzaffer, Mücahit. Bu memlekete ve bu millete bir şey olmaz. Bunlar kısa sürede ayağa kalkar, bunlar yenilmez.”

Ne dersiniz, bütün maddi imkânsızlığa rağmen savaşları kazandığımız, düşmanları alaşağı ettiğimiz o aziz ve yüce ruh, bugün Gazze’ye hicret etmiş olabilir mi? Gazzelilerin bedeninde yeniden neşv-ü nema bulmuş olabilir mi?

 

Ayşeli Polat



Bu yazı 870 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI