Laikliğin ne olduğu ne olmadığı, muhtevası, unsurları, Batı’daki ve bizdeki tatbikatı; bu memlekette yıllarca konuşuldu, yazıldı, tartışıldı. Hemen şunu belirtmek istiyorum: Bizim aydınlarımız kadar az okuyan bir aydın kesimi hiçbir ülkede yoktur. “Aydın”ın yerine bir başka kelime bulmak ve mesela “okunmuş” demek ihtiyacını zaman zaman duymuşuzdur. Ama “az okuyan okumuş” nasıl olur ki? Prof. Mehmed Kaplan, “bizim aydınlarımızın okudukları kitapları sıralasanız, hepsi tarafından okunan 5 müşterek kitap ismi bulamazsınız” demişti. Bu hal de dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur. Sıkıntı buradan doğuyor. Prof. Ali Fuat Başgil’in “Din ve Laiklik” adlı kitabını ve Peyami Safa’nın aynı konudaki yazılarını acaba aydınlarımızın kaçta kaçı okumuştur? Yakinen tanıdığım, üniversite mezunu kişiler var. Öğretmen, doktor, mühendis, iktisatçı vs. hiçbiri ders kitaplarının dışında, hiçbir ciddi eser ve yazı okumamışlardır. Ama konu açılınca, hepsi de iddialı görüşleri ileri sürer! Hiçbiri kültür Türkçesi’ni bilmez. Dini bilgiler sahasında hiçbiri “asgari zaruret” sınırına dahi ulaşamamışlardır. Kitap nedir, hadis nedir, ef’al-i mükellifin nedir, edile-i şeriyye nedir, fıkıh nedir, tasavvuf; hiçbiri bilmez. Dünya tarihini, Türk tarihini, İslam tarihini, vaktiyle ezberlenip unutulmuş bilgilerin tortuları ne ifade ediyorsa o kadar bilir, yani bilmez. Evet, sıkıntı buradan doğuyor. Üniversite, Yüksek Okul mezunu yakınlarımla zaman zaman konuşuruz. Ve her konuşmamızda, içimi hüzün kaplar. Okuyan, düşünen, okumayı, düşünmeyi hayatının bir parçası haline getirmiş üniversiteli yok maalesef! Devlet 16-18 yıl tahsil yaptırttığı üniversite mezunlarına (her sene 10 kitap okutsa) 160 “ortak kitap” okutamıyor. Şiir, edebiyat, musikî, güzel yazı, güzel sanatların değişik kolları (tezhib, ebru, hat, tezyinle ilgili her eser vs.) iyi bir yabancı dil vs. veremiyor. Böyle olunca gençlere karşı geniş bir müsamaha duygusuna kapıldığımı hissetmişimdir! Hakikat sevgisi, okuma, düşünme, araştırma sevgisi ve bütün bunlara temel olan bilgileri ve duyguları veremiyoruz çocuklarımıza. O çocuklar sonra büyüyüp öğretmen oluyorlar, profesör oluyorlar! Bizim gençlerimiz, hakikat sevgisine, okuma-düşünme-araştırma sevgisine ve bunların temeli olan bilgileri ve hasletleri kazandırma şuuruna yönelmedikçe; manevi, milli, fikri, iktisadi meselelerimizin gerçek aydınlarını gerçek sahiplerini çoğaltmamız mümkün değildir. Yaşasın-yaşamasın, uygulasın-uygulamasın; realite adına, bilmesi gereken kültür ve bilgi adına dahi olsa bazı temel kavram ve değerleri, ilimleri bilmek zorunda. İslamiyet, bir felsefe akımını incelemenin metoduyla incelenmez. Bu zaruret, Batı’da da aynı hüviyetiyle mevcuttur. Ama bizim aydınlarımızın çoğu, Batı’yı da bilmiyor. Batı’daki laikliğin ana gayelerinden biri, dini eğitimini, dinin asli hüviyeti ve kaideleri içinde gerçekleştirmektir. Fakat genel eğitim kademelerinde, ilkokuldan, üniversiteye kadar, henüz eksikliklerimizi kabullenemediğimiz, medenî cesaret sahibi olamadığımız, uzlaşma-objektif olma özelliğini yakalayamadığımız, hasbi düşünceyi ve onun kültürel manevi unsurlarını bir şahsiyet bütünlüğü içinde öğrencilerimize mal edemediğimiz için, ihtisas kademelerinde dahi, zaruri seviyeyi tutturamıyoruz.
İslami, dini hareketi oluşturan bireylerin arasında henüz kendi kafalarıyla düşünüp kendi kalpleriyle duyan şahsiyetler çok az. Entelektüel birikim sahibi, iyi yetişmiş, eylem, bilgi, iman ve ahlakıyla çevresinde temayüz etmiş, ihtisas sahibi, sorumluluğunun bilincinde, oturmuş kişiliğiyle çevresine güven telkin eden Müslüman şahsiyetlere olan ihtiyaç her zamankinden çok fazla. Allah’ın kitabında “İçinizde bulunsun” buyurduğu o cins ve çekirdek kadroyu oluşturacak şahsiyetleri yetiştirebilecek sosyal kurumlar (mektepler), yapılar olmalı. Bu mektepler/okullar sadece “öğretim” değil özellikle “eğitim” (terbiye ve tedris) ağırlıklı olmalı ve bireyi donanımlı kılmalı. Kitabi olanı hayati olana dönüştürecek bir işlev üstlenmeli. Toplumsal saldırıya karşı toplumsal savunmanın yapıldığı kale olmalı.
İslami hareketin bugünkü ve gelecekteki en önemli meselelerinin/sorunlarının başında kadro ve kurumlaşma/müessese gelmekte.
Aklını hasımlarının basın-yayın kurumlarına, neslini eğitim kurumlarına, canını sağlık kurumlarına, malını ekonomik kurumlarına teslim etmiş bir hareket; hangi şekli alırsa alsın hangi çalışmayı yaparsa yapsın muvaffak olamaz.
Bir hareket ki kendi kadrolarını kendisi yetiştirip kurumlarını oluşturamıyorsa, o hareket düşmanına mecbur bir harekettir. Kurumsal saldırıları bireysel savunmalarla önlemeye kalkışmak, yel değirmenlerine karşı savaşmaktır. Bir diğer önemli husus da “toplumsal proje üretme” kısırlığıdır. Bu da İslami düşünceye ağırlık verip, yapılmasıyla olur. Eğer toplumsal projeler üretemiyor, içinde yaşadığımız topluma sloganlar dışında somut birtakım tekliflerle gelemiyorsanız ne dostlarınız ne de düşmanlarınız ciddiye alır sizi.
Şimdi ümitvar gelişmeler, çalışmalar, gayretler göz ardı edilemez. Tebrik, takdir ve teşvik ederken müfredata ağırlık veren ses getiren Millî Eğitim tarihine geçecek hizmetler veren Yusuf TEKİN hocamıza da teşekkür ediyoruz.