Bugun...


Suna İlhan

facebook-paylas
KOCAEBE
Tarih: 27-11-2025 14:54:00 Güncelleme: 27-11-2025 14:54:00


Çocukluğum, ilkokul dörde kadar köyde geçti. O yüzden köyün işini-gücünü pek fazla bilmem. Elbette varlık ve yokluk yaşadığımız olmuştur. Ama köyün geneli böyle olduğu için pek fazla kıyas yapıp bunun üzüntüsü veya sevincini yaşama yaşama maksadımız yoktu. Varsa vardır, yoksa yoktur. 

Çocuk aklıyla, öyle travmatik anılarımız olmadı elhamdülillah. 

Kaldı ki, nakliyecilik yapan rahmetli babam sayesinde, köy standartlarına göre pek çok ilklere imza attığımız da olmuştur. Hatta ismim bile köyde ilkti :)) Babam, okuduğu bir romandaki esas kızın adını vermiş. Benden sonra bir kaç tane daha aynı ismi alan oldu. Zamanın şartlarına göre, şehirdeki tanıdık ve akrabalardan pek çok yenilik öğrenen, her işten anlayan zeki, çalışkan bir babaannem ve geniş çevresi olan hamarat bir annem vardı.

Demem o ki; köy deyince benim aklıma; 
Oyun eğlence, koşturmaca...
Yeşillik, koyun, inek, çapa tarlası...
Ekinler arasına, kendimizi dalgalara bırakıyormuşcasına uzanmak...
Bayramlarda en kocaman ceviz ağacına salıncak kurmak,
Ramazanda iftariyeliklerimizi alıp, (derdimiz neyse) dut ağacının en tepesine çıkıp ezanı orda beklemek,
Gezen tavuklar,
Beni düşürüp üstüme çıkarak diden kocaman, fil kadar(!), tam bir canavar olan beyaz horoz gelir:)) 
Yâni köyün çilesini bilmem. Belki ondandır, köy deyince aklıma hep oyun-macera gelir. 

İnsanın anavatanı çocukluğuymuş.  Ben de hiç unutamam bu anavatanı. Seneler seneler sonra Kur'an kursu öğreticisi olarak köylere gittiğimde çocukluğuma kavuşmuş gibi olmuştum.
Eskiden bahçe sınırlarında yağmur sularıyla toprağı yitiren ama yere sımsıkı yapışmış o kocaman, kıvrım kıvrım ağaç kökleri, hep ilgimi çekerdi. Belgesel tadında, tabiat bilimcisi gözüyle bakardım. Çok gizemli, harika ve mucizevi gelirdi, şimdi aynıyım. Gittiğim köy yollarındaki ağaçların, ekili tarlaların, dikili bahçelerin, madımak toplanan boş arazilerin mistik bir havası vardır gözümde...

Gördüğüm eski, yıkık-dökük, kapısı kırık, ahşap evlerde küçük kız çocuğu el sallar bana. Bir talebeme ev ziyareti yapacağım zaman yol uzar da uzar. Elimde telefon, değişik açılardan bu evlerin resmini çekerim. Nerde ve kim olduğumu unutarak bir anda küçük, meraklı, muzip bir kız çocuğu oluveririm. 

Özellikle o tahta merdivenler ve nineler....

Ben çocukken, anamın yaşlı, üvey bir babaannesi vardı. "Gocabe (Kocaebe)" derlerdi. Kalabalık bir ailenin mihenk taşı gibiydi. "Ambaröğnü" denen, her evin âdeta kışlık kasası niteliği taşıyan, hububatını koyduğu anbarların bitişiğine, aynı çatı altına merdiven üstü tek göz, misafir odası statüsünde bir oda bulunurdu. Kocabe de öyle bir yerde yaşıyordu. Eşi vefat edince yalnız kalmış, aynı avlu içinde üvey torunlarının himaye ve sevgisiyle yaşayan abdestli-namazlı yaşlı bir kadındı.

 "Üvey" kelimesini özellikle tekrarlıyorum, çünkü o zamanın şartlarında üvey olup da öz gibi davranana, keramet ehli gözüyle bakılıyordu. Bu "Kocabe" de öyleydi. Benim bildiğim, duyduğum kadarıyla. 

Anam onu ziyarete giderken, peşine takılır ben de giderdim. Tahta merdiveni zor çıkar, basamaklar arasına düşüveririm diye korkardım. Hele korkuluk?!! Benim için tam bir "korku"luktu! 10-11 basamaklı bir merdiven ve başında bir ağaç, sonunda bir ağaç dikili, arasında merdivene paralel uzanan, el hizasında, kol kalınlığında tek bir ağaçtan ibaret. Oraya iyice tutunmazsan, aşağıya düşmen an meselesi. 

Anam hemen çıkardı ve eşiğin başında beklerdi. Ben ise, Sevr Dağına tırmanmaya çalışan hacı teyzeler gibi, zorlu, bir o kadar da mutlu ve heyecanlı tırmanırdım o merdivenleri.

Sonra, karanlık ve çok gizemli "öğeen" denen; odayla merdiven arasında, oda büyüklüğünde, tavanı olmayan, kiremitler arasından ışık sızan, küçük bir penceresi olduğu için bana karanlık gelen bir hole geçerdik. Oradan  kapıyı vurup, bir odaya girerdik. Burası buram buram hatıra kokardı. Yola bakan bir pencere, önünde sedir. Yerde el dokuması hasır veya kilim. Kapıdan girişte, yan taraftaki duvarın ortasında bir ocaklık, iki yanında kapaklı dolap. Biri yorgan-yatak koymak için "yüklük" diğeri banyoluk. Hemen yanında, yine kapaklı ama kilitli olan "terece" denen raflı bir bölme. Özel eşyaları veya kıymetli şeyleri muhafaza etmek için. 

Yüzü kırış kırış ama buna rağmen çok sevimli görünen, mütebessim çehreli, siyah gözleri ışıl ışıl bakan bu nene gençliğinde nasıldı bilmiyorum ama bana kocamaaaaan bir kadın gibi gelirdi. Yaşı belki 100'ü aşmış olmasına rağmen hâlâ dik, hâlâ heybetli bir dağ gibi görürdüm onu... Bir o kadar da pamuk kalpli. Anamın eteğinin arkasına yapışır, âdeta saklanırdım. Onun bu ziyaretten aldığı keyif gözlerinden ve hiç dişi olmayan ağzının sevinçle yayılıp gülmesinden belli olurdu. 

Beni bu zorlu tırmanış ve seyahate çeken şey, onun bu sevgi dolu bakışı mıydı?!! O zaman için sanmam! Çünkü onu hatırladığım da aklıma gelen ilk şey "badem şekerleri" oluyor. Ben utandığım için anamın arkasına sığınarak oturudum. Zaten terbiyeyi de almışız, gittiğimiz yerde kımıldamadan dururduk. Eskiden çocuklar öyledi. Bir yere gidince nereye oturdu ise giderken oradan kalkardı. Yoktu öyle kıyı köşe dolaşmak, orayı burayı eşmek veya huzursuz bacak sendromu yaşayan insanlar gibi bacak sallamak. Neyse...

Kocabe beni sevmek, konuşmak için yanına çağırırdı ama hicabımdan gidemezdim. O zaman cebinden, çocukları sevindirmek amacıyla hazır tuttuğu badem şekerlerini çıkarırdı. Avucunda pembe, yeşil, sarı, beyaz...Renk renk şekerleri görünce, anamın da izniyle yavaşça giderdim yanına. O beni kucaklayıp öperken, ben şekerleri ağzıma almakla meşgul olurdum. Sorduğu birkaç basit soruya kısa cevaplar verip yerime otururdum. 

Ne konuşurlar, ne derlerdi hiç bilmiyorum. Umurumda da olmazdı zaten. Ben, duası kabul olmuş bir derviş gibi şekerlerimle sevinirken onlar konuşurdu. Onun, gülünce kısılan mutlu gözleri, ağzı dualı halleri, abdestli elinden aldığım bereketli şekerleriyle karşılaşma sevincim sayesinde her gidişimde bayram havası yaşardım. Şimdi düşünüyorum da, ne az şeyle mutlu olmuşuz. Okuma yazma bilseydik kanaatin kitabını yazardık herhalde. 

Köy yerinde iş-güç, çoluk-çocuk, mal-melal, kaynana-kaynata endişesi olduğu için anam, fazla oturamazdı. Evimize dönerdik hemen. 

Ama ben, o günlerden bu günlere öyle kolay dönemiyorum. Bir tarafım, çocukluğumdaki köyde kaldı. Ve her köyde, kendi köyümü arıyorum... Şehire göç edince yarım kalan, kısıtlanan, yerine göre köylü oluşumuzdan dolayı ötelenen, hor görülen çocukluğumu...

Bundan dolayı, Gocabe'ye özenip, çantamda küçük küçük çikolata veya şeker bulunduruyorum. Şimdi eskisi kadar güven yok, ne çocuklar şekerle mutlu oluyor, ne korkudan alabiliyor ne de büyükler böyle bir şey yapıyor. Yine de samimî olduğum kimselerin çocuk veya torunlarına bir şeyler uzatmak hoşuma gidiyor. Böylelikle hem Gocabe'yi yâd ediyor hem de içimdeki küçük kızı sevindiriyorum.

Lâkin, zamane çocuklarını sevindirmek çok zorlaştı ve pahalılaştı. Öyle ufak tefek şeylerle gönül almak mümkün değil! 

Peki bu çocukların bu kadar doyumsuz olmasında kimler ve nelerin katkısı var? Kocabe'lerle kurulmayan irtibat mı, küçücük çocuklara dünyayı bağışlamak mı, yoksa onların manevî boşluğunu maddiyatla doldurmaya çalışmak mı?

Hata kimde veya nerede? Yoksa hata sadece kusur arayan gözlerde mi?

Allah, hepimize  manevî değerlerin gölgesinde serpilen çocuklar, gönül güzelliğiyle müzeyyen olmuş yaşlılar versin. Güzel ahlâkla yaşamayı, tatlı anılar bırakmayı ve hayırla yâd edilmeyi nasip etsin.



Bu yazı 2 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI