Senelerdir eşinden ayrı yaşayan bir bayanla sohbet etme fırsatım oldu.
Vakti saatinde, eşi onu bırakıp başka bir kadına gitmiş. O kadın da resmi nikâh isteyince adam boşanma davası açmış. Bizimki, "kadınlık gururu ve yuvasını kurtarma" düşüncesiyle boşanmayı kabul etmemiş.
Diğer kadın, "Nikâh yoksa ben de yokum!" deyip gitmiş.
Adam buna dönmek yerine, başka bir kadınla yaşamaya başlamış.
-Nikah, diye sordum.
- O hâlâ bende, dedi.
- Ne işine yarıyor, dedim.
- Olsun, ilk kadınla evlenemedi ya, dedi.
Kimseyi, kararlarından dolayı yargılayacak değilim.
Herkesin günahı da, sevabı da kendine.
Ama bu kadında, başka bir duygu sezinledim ve konuşmaya devam ettik.
- Çocuklar kimin yanında?
- Benim yanımdalar. Annemlerle birlikte kalıyorum. Beş kuruş faydası olmuyor.
-Boşanma davası açsan, hâkim nafaka belirler.
-Ödemez ki...
-İcraya verirsin.
-Aslında birkaç sene evvel bu kez ben boşanma davası açtım, çeşitli prosedürlerden dolayı olmadı. Ben de bıraktım. N'apayım?
-Tamam da gülüm, belliki bu adamdan sana hayır yok. En azından yeniden evlenir, bir yuva kurardın. Niye boşuna onun soyadını taşıyorsun?
Ben cümlemi bitirir bitirmez, eliyle "amaaan sende" hareketi yaptı ve konuşmaya devam etti:
- Benimle evlenecek adamın belki de çocukları olacak, anası-babası, akrabaları olacak, onlarla mı uğraşacağım?
- Ne?!!
Gözlerim hayretle açıldı:
- Pardon, onun çocukları senin çocukların, anası-babası senin de anan baban, akrabası yine senin de akraban olmayacak mı?
- Ben onun akrabasıyla uğraşamam!
Artık sezinlediğim şeyi ona da sorma zamanı geldi:
-Sen, eşinin sana döneceği umudunu taşıyorsun hâlâ...
- Yooo, umurumda değil.
- Onun soyadını taşımaktan rahatsız olmuyorsun. Çünkü hâlâ kendini ona ait hissediyorsun.
Başka bahaneler ileri sürdüyse de üzerine gitmedim.
Bazen insanın elinde olmaz bu duyguyu yönlendirmek. Zira, yüreğin nerede atıyorsa, oraya ait olursun.
Bu kadıncağız da eski eşine ait olduğunu düşündüğü için yeni eş düşüncesi ona çok itici geliyor. Doğal olarak onun etrafındakiler de o kadar yabancı.
Kadın olsun, erkek olsun seni istemeyen birine böylesine yapışık kalmak, bedenen olmasa da zihnen onu meşgul etmek, işgal altına almak, onu tekelinde tutma çabasıdır. Kendi zihnini de onunla yormaktır. En doğrusu, ipini boynuna atmak. Ne hâli varsa görsün. Sen yoluna devam et.
Aidiyet duygusunun varlığı veya yokluğu karşında insanın tavrını gösteren güzel bir örnekti bence.
Bazı insanları hırçın, huysuz yapan bu duygudan uzak yaşamalarıdır.
Zira aidiyet duygusu; insanın bir yere, bir şeye veya birine karşı kendini ilintili hissetmesidir. Bu duygu, anne karnındaki bebeğin göbek kordonu gibidir. Nereye aitsen, manevî olarak oradan beslenirsin. Seni yaşatan, ayakta tutan da bu duygudur.
İnsan, yapısı gereği hep bir yere ait olmak ister. Bir aileye, bir şehre, bir takıma, bir cemaate, bir kadına veya bir erkeğe.
Asabiyet duygusu da buradan kaynaklanır. Kendini soyuna, sopuna nesebine ait hissetmek, takım ruhuyla yaşamak.
Biyolojik ve psikolojik olarak bu gerçekten uzak yaşayanlar, kendini boşlukta bulur. Köklerini yitirmiş çiçek gibi solmaya, kurumaya, hayatı sorgulamaya başlar.
Hangi şartlarda olursanız olun bu duyguyu asla kaybetmeyin. Kendinizi hiç bir yere aitmiş gibi hissetmiyorsanız, en başa dönün. Tabana inin. Siz, Allah'ın biricik kulusunuz. Sizin sahibiniz, mâlikiniz, koruyup-kollayanınız O...
Her daim yanınızda, asla sizi bırakmaz ve fısıltınızı bile duyar. Kalbinizin ritminden haberdardır.
Kendinizi Rabbinize ait hissederseniz, başka ilahlar, başka aşklar veya varlıklar size yabancı gibi gelir. Her şeye kararınca ve hakettiği kadar ilgi gösterirsiniz. Sevginizde de nefretinizde de ölçülü olursunuz.
Gönlünüzü Allah'a verin, Allah gönlünüze göre verir.
Asla mâdur olmazsınız...
"Muhakkak ki biz Allah içiniz ve muhaki ki O'na dönücüleriz." (Bakara Sûresi/156)