Bugun...


Mehmet Nuri Bingöl

facebook-paylas
SIR MUHABBETİ ( Hikâye)
Tarih: 14-08-2025 15:05:00 Güncelleme: 14-08-2025 15:05:00


Küçük Anadolu kasabasında, kışın bütün ayazı insanın iliklerine kadar işlerdi. Caddelerinde rüzgârla savrulan kar taneleri, gökyüzünden inen sessiz bir rahmetti sanki. Kasabanın merkezindeki eski taş caminin avlusunda, yaşlı imam Yusuf Efendi, titrek adımlarla yürüyordu. Elinde, kenarları yıpranmış bir Risale-i Nur eseri vardı.
     O gün ikindi namazından sonra gençlere ders yapmak niyetindeydi. Fakat kasabanın gençleri, aylardır birbirine dargındı. Aralarına fitne girmiş, küçücük meseleler dağ gibi olmuştu. Kimi selamı kesmiş, kimi konuşmayı bırakmıştı.
     Yusuf Efendi, minberin yanına oturdu. Sözlerine, kalın sesiyle şu cümleyi okuyarak başladı:  “Muhabbet, uhuvvet, sevmek; İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır.”
     Gençler önce sustu. Bazıları gözlerini kaçırdı. Yusuf Efendi derin bir nefes aldı:
      "Evlatlarım, muhabbet olmadan bir toplum ayakta duramaz. Muhabbet olmayınca kalpler taş kesilir, kardeşlik bağı kopar. Uhuvvet, yani kardeşlik, bizi biz yapan şeydir. Allah için sevmek, aramızdaki rabıtadır, yani bağdır. Bu bağ koparsa, caminin taş duvarı gibi çatlarız."
     Sonra cebinden küçük bir ekmek parçası çıkardı. İkiye böldü.
     "Bu ekmeğin iki yarısı ayrı ayrı kalsa kurur, taşlaşır. Ama bir arada durursa nemini korur. Kalplerimiz de aynen böyledir."
     O an, dargın olan iki genç göz göze geldi. Sessizlik çöktül üstlerine. Sonra yavaşça birbirlerine yaklaştılar. Elleri, Yusuf Efendi’nin verdiği ekmeğin üzerinde buluştu.
     Kışın ayazında, caminin avlusunda, ince bir sıcaklık yükseldi. Kar taneleri hala üst üste birikiyordu, o gün kasabada buzlar erimeye başlamıştı.
**
     Anadolu’nun dağlar arasında kalmış, kışın yolları karla kapanan kasabalarından biriydi burası. Benimle birlikte bütün insanları kanaatkâr, ama biraz da içine kapanıktı. Kış geldi mi, odun sobasının çıtırtısı ve çayın buğusu, evlerdeki en kıymetli ses olurdu bizim için.
     Kasabanın merkezinde, Osmanlı’dan kalma taş cami, asırlardır ayaktaydı. Minarenin yeşil alemine konan güvercinler, sabah ezanıyla birlikte gökyüzüne kanat çırpardı. Yaşlı imam Yusuf Efendi, ilmiyle olduğu kadar gönül sıcaklığıyla da tanınırdı.
     Ama bu kış başkaydı… Çünkü kasabanın gençleri arasında ince ince başlayan kırgınlık bir kaç kişinin dışında büyüyerek herkesin huzurunu kaçırmıştı. Hasan ile Ömer, çocukluk arkadaşıydı. Aynı sokakta büyümüş, aynı topun peşinden koşmuşlardı. 
    Ne var ki, geçen yaz bir futbol maçı sırasında çıkan tartışma, ağız dalaşına, oradan da küslüğe dönüşmüştü; küslük öyle yayıldı ki, Hasan’ın mahallesi ile Ömer’in mahallesi arasında adeta görünmez bir sınır oluştu.
     O gün ikindi vakti, Yusuf Efendi cemaati toplamış, gençleri de özellikle çağırmıştı. Minberin yanına oturdu ve elindeki yıpranmış kitabın kapağını açtı. Kitabın kenarlarına, yıllar içinde notlar düşmüş, bazı sayfaları hafifçe sararmıştı.
     — Evlatlarım, dedi, “Muhabbet, uhuvvet, sevmek; İslâmiyet’in mizacıdır, rabıtasıdır.” Bu, asırlar önce söylenmiş bir hakikattir.
     Sözleri caminin taş duvarlarında yankılandı. Gençler bakışlarını yere indirdi. Yusuf Efendi, ağır ağır devam etti:
     — Kardeşlik dediğimiz şey, sadece selamlaşmak değildir. Birbirinizin derdiyle dertlenmek, hatayı affetmektir. Allah için sevmek, gönüller arasında köprü kurmaktır. Köprü yıkıldığında, karşı kıyıya geçemezsiniz.
     Hasan ile Ömer, aynı anda başlarını kaldırdı. Birbirlerine bakınca gözlerinde eski günlerin yansıması vardı. Yusuf Efendi, iki parçayı onlara uzattı. Elleri ekmeğin üzerinde buluştuğunda, kırgınlık yerini sessiz bir pişmanlığa bıraktı.
     Caminin dışında kar hâlâ yağıyordu ama içeride başka bir iklim oluşmuştu. Cemaatten biri hafifçe “Elhamdülillah” dedi. Diğerleri tebessüm etti.
      O günden sonra, kasabanın gençleri akşamları caminin avlusunda toplanıp çay içmeye, sobanın başında muhabbet etmeye başladılar. Küslükler unutuldu, yerini dayanışma aldı. Ve hepimiz fark ettik ki; kışın soğuğunu eriten şey, sobanın ateşi değil, kalplerdeki muhabbettir.
**
     Anadolu’nun dağların kucağında kalmış, kış aylarında karla örtülü yollar yüzünden adeta dünyadan kopan küçük bir kasabadaydın.
     Burada zaman, şehirlerdeki gibi telaşlı akmadığını bütün kalbinle biliyordun. Sabahları, tandır ekmeğinin kokusu sokaklara yayılır; akşamları ise herkes soba başında çay demleyip karın sessizliğini dinlerdi.
     Kasabanın merkezinde, yüzyılların izlerini taşıyan bir taş cami vardı. Duvarlarında yer yer yosun tutmuştu. İkide bir civarına gider, minarenin tepesindeki yeşil alem, sabah güneşini ilk o selamlarken lahuti hislerle çevrili bakışlarla seyrederdin. Kış ayazında, minareye konan güvercinlerin kanat sesleri ezanla karışırdı.
     Caminin imamı Yusuf Efendi, yetmişini geçmiş, beli hafifçe bükülmüş bir adamdı. Ama sesinde hâlâ gençliğindeki gür ton vardı. Çocukken bu kasabada doğmuş, medreselerde ilim tahsil etmiş, sonra yine doğduğu topraklara dönmüştü. Onu yalnızca bir imam olarak değil, aynı zamanda bir dert ortağı, bir hakem, bir nasihat ehli olarak tesbit anırdın.
    Bu kış, hem senin hemnYusuf Efendi’nin içini bir dert kemiriyordu. Kasabanın gençleri arasında aylar önce başlayan küslük hâlâ bitmemişti. Ufak tefek meseleler büyümüş, “selamı kesmek” adeta bir gurur meselesi haline gelmişti.
     Hasan ile Ömer  İki eski dosttu. Aynı sokağın tozunda büyümüş, aynı dut ağacına tırmanmış, bayram harçlıklarını birleştirip top almışlardı; tabii seninle beraber...
      "Bu insanlar" dedin " islam - Türk dünyası misali karpuz benzerı dilimlere ayrılmış."
     Öyle ki artık çarşıda karşılaşsalar birbirinizden kaçıyor, selamlar yerine gırtlaklar yutkunuyordu.
**
     Soğuk bir Şubat günüydü. İkindi ezanı okunmuş, cemaat yavaş yavaş camiye toplanıyordu. Yusuf Efendi, gençleri özellikle çağırmıştı. Onların bir araya gelmesi için belki de son fırsattı.
     Minberin yanına oturdu. Cemaate bakarken gözleri gençlerin üzerinde biraz daha uzun kaldı. Elinde, kenarları yıpranmış bir Risale-i Nur vardı. Kapaktaki altın yaldızlı yazılar, yılların eskitemediği bir parıltıyla ışıldıyordu.
     Sayfayı açtı, gür ama yumuşak sesiyle okudu:
      “Müminin şe'ni kerim olmaktır.”
     Sözler, taş duvarlarda yankılandı. Dışarıda kar yağıyordu ama içeride bu cümle, sobadaki odunların çıtırtısından bile daha sıcak hissettirdi.
     — Evlatlarım, dedi Yusuf Efendi, “Kardeşlik olmadan bir toplum ayakta duramaz. Muhabbet olmayınca kalpler taş kesilir. Allah için sevmek, aramızdaki rabıtadır; yani bizi birbirimize bağlayan iptir. O ip koparsa, her birimiz rüzgârda savruluruz.”
     " Eğer incecik çubuklar ayrı kalırlarsa onları herkes kırabilir. Ama bir araya geldiklerinde hiç kimse kıramaz onları."
     Hasan ile Ömer, o an göz göze geldi. Bakışlarının içinde çocukluk günlerinin sıcaklığı vardı. Yusuf Efendi, iki ekmek parçasını onlara uzattı. Eller, ekmeğin üzerinde buluştu. Sessiz bir barış, kelimelerden önce geldi.
   O günden sonra, kasabanın gençleri akşamları caminin avlusunda toplanmaya başladı. Kimisi çay demliyor, kimisi sobaya odun atıyordu. Arada Yusuf Efendi, eski hatıralarını anlatıyor; bazen de sadece onları dinliyordu.
     Kar eridiğinde, kasabanın sokaklarında yeni bir bahar başlamıştı. Ama herkes biliyordu ki, asıl eriyen kar değil, kalplerdeki buzlardı. Ve kasabalılar, şu hakikati yeniden idrak ettiler:
     Sobanın ateşi evi ısıtır, ama muhabbet insanı.



Bu yazı 110 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI