(10 Temmuz 1920 – Birecik’in Fransız İşgalinden Kurtuluşunun Hikâyesi)
Temmuz güneşi Fırat'ın üstünde ince ince parlıyordu. Birecik kasabasında, işgalin gölgesi her sokakta hissediliyordu. Fransız askerleri aylarca çarşının ortasında dolanmış, okuldan türbeye kadar her yere korku salmıştı. Kadınlar fısıltıyla konuşuyor, erkekler geceleri çatıya çıkıp güney ufkuna bakıyordu.
O sabah, dokuz yaşındaki Verdi yine babasıyla beraber Urfa yolunu gören tepenin eteğindeydi. Gözü yoldaydı. Haftalardır beklenen kurtuluşun geleceğini, her sabah biraz daha umutla düşlüyorlardı.
Birden çocuk yerinden fırladı:
— Yolun tozu kalktı… Geliyorlar galiba baba!
Orta yaşlı adam gözlerini ovuşturdu, ayağa kalktı. Toz bulutunun ardından beliren silüetleri seçtiğinde yüreği titredi:
“Bu, düzenli ordu değil… Bunlar bizim sahra ve dağ aslanlarımız. Kuva-yı Milliye geldi!”
Gerçekten de yaklaştıkça belli oluyordu: Gelişigüzel kıyafetli, ama gözlerinde ateş olan bir avuç yiğit. At sırtında, ellerinde mavzerlerle gelen bu insanlar, Ankara’dan değil, halkın içinden çıkmıştı. Onlara öncülük eden ise eski bir Osmanlı subayıydı: Yüzbaşı İbrahim Hakkı.
İbrahim Hakkı, yıllarını Filistin ve Trablusgarp’ta harcamış, Mondros’tan sonra üniformasını çıkarmış ama silahını bırakmamıştı. Fransızların Birecik’e gelişini işittiğinde,
“O topraklarda hâlâ Türk çocukları yaşıyorsa, orası düşmana mezar olur,” demişti. Ve Urfa, Nizip ve Halfeti’den topladığı çetelerle Birecik yoluna düşmüştü. Sonra şehre varınca da gençleri eğitip "İstiklal Çeteleri' şeklinde teşkilatlamıştı.
Birecik halkı, evlerinden çıkmaya başladılar. Kadınlar ellerinde dualarla, gençler taş ve sopa ne bulduysa kaparak sokağa döküldü. Fransızlar gece yarısı, mahalli direnişçilerin baskınları ve halkın desteğiyle geri çekilmişti. Artık kasaba, yeniden ay yıldızlı bayrağın gölgesine kavuşuyordu.
Yüzbaşı İbrahim Hakkı, kasabanın ortasında atından indi. Küçük Verdi, gözlerini ondan alamıyordu. Ne asker elbisesi vardı ne apoleti, ama sesindeki kararlılık bir orduya bedeldi:
Sabah ezanından sonra cami avlusunda bir kalabalık toplanmıştı. Yüzbaşı İbrahim Hakkı, halkın önünde duruyor, sessizce etrafı inceliyordu. Gözüne uzun sakallı, beli hafif kambur bir adam ilişti. Başındaki eski fes, sırtındaki yamalı cübbe onun yoksulluğunu değil; vakur duruşu ise zenginliğini anlatıyordu.
Yanındakiler fısıldadı:
— Saim Hoca... Birecik’in duasıdır, direnişin mayasıdır. Fransızın en çok korktuğu, halkın en çok güvendiği kişidir.
Saim Hoca birkaç adım atarak Yüzbaşı’ya yaklaştı. Yaşlı gözleri, yılların yorgunluğunu değil, imanın gücünü taşıyordu. Elini kalbine götürerek selam verdi:
— Hoş geldin evlat. Sen geç kalmadın, biz direndik de bugünlere geldik. Bu toprak, duayla sulandı, kurşunla değil sadece.
Yüzbaşı İbrahim Hakkı, onun elini öpmeye yeltendi ama Hoca elini çekip gülümsedi:
— Ben bu elleri kandil yakarken, sen o ellerle vatanı korurken görürüm. Şimdi yan yana durma vaktidir.
Sonra döndü kalabalığa:
— Ey Birecik ahalisi! Bugün düşman çekildi, lakin asıl imtihan şimdi başlıyor. Adaleti biz kuracağız, emaneti biz taşıyacağız. Bu beldeyi küskünlük değil, kardeşlik tutacak ayakta! Bir hakim, şu doğunun Bediüzzaman'ı, " Mümin mümini sever ve sevmeli. Fenalığı için ancak acır." demişti bana...
O gün caminin minaresine ilk kez Türk bayrağı asıldı. Saim Hoca, minareye çıkan genci çağırıp bayrağı ona kendi elleriyle verdi.
— Evlâdım, bu sadece bez değildir. Şehitliktir şehitlere. Bayrağın altında kılınan ezanla, onun uğruna dökülen kan birbirinden ayrılmaz.
Akşam, Birecik’in çarşısında halk toplanmıştı. Yüzbaşı İbrahim Hakkı, Saim Hoca’nın öncülüğünde yapılan ilk özgür cemaat namazına katıldı. Namazdan sonra halkın ortasında büyük bir tencere kaynıyordu. Birlikte pişirilen bulgur pilavı, bir milletin yeniden kurulmasının simgesiydi artık.
Verdi, pilav sırasındayken Saim Hoca ona yaklaştı. Gözleri parlıyordu:
— Senin gibi çocuklar yazmalı bu günleri evlâdım. Kimi mavzerle direnir, kimi kalemle. Sen kalemini unutma!
O gece Mehmet Ali defterine bir cümle daha ekledi:
“Saim Hoca, bayrağı minareye astı. O bayrak artık sadece caminin değil, kalbimizin tepesinde.”
Küçük Verdi, 23 yaşında Üniversite sonda iken şu mısralarla maziyj anmıştı Saim Hoca'nın vasiyetini icra için.
Birecik’in Kurtuluşu
Fransız postalı ezdi toprağı,
Göremez artık gönüldeki o çağı.
Çocukla yaşlıyı sardı bir kaygı,
Ama sönmemişti yürek ocağı.
Kara gün yaşandı, kanla yoğruldu,
Nice yiğit düştü, çığlık boğuldu.
Analar duada, gökler doğruldu,
Bir millet yeniden sabırla doldu.
Yemen’den dönmeyen vardı nice can,
Kahramanlar çıktı her bir evden,
Bekçiler geceyi kolladı gözden.
Hem iman hem kezzap sözden,
Yıldıramaz düşman bu yürek varken.
Geldi bir sabah, müjdeyle doldu,
Birecik hürriyet türküsü oldu.
Bayrak semalarda seherle soldu,
Bir millet destanını böyle doğurdu.
Bu amatör şiirden sonra, ustalığında, bir edebiyat doktoru olunca da şunları döktürdü:
Birecik’e
Cihan bir tarafa, sen birtarafa,
Ey biricik güzel senden yanayım.
Sende biter derdim, bulurum safa,
Hicrine ya nasıl ben dayanayım.
Benim gibi sen de yaralı mısın?
Halinden anlar yok, paralı mısın?
Yad elden mi geldin, buralı mısın?
Hangi şarkılarla seni anayım.
Nedense taliin ezeli yasta,
Delikanlın zebun, gelinin hasta,
Al beni Birecik, bağrına başta,
Yandığın ateşle ben de yanayım.
Sonraki yıllarda bu siiri söylece değerlendirdi liseden talebesi egitimci yazar Birecikli:
" Birecik'e Şiiri, Hacı Verdi Kankılıç’ın yalın ama duygu yüklü üslubunu yansıtıyor: Birecik’i sevgiliye benzeterek, şehrin acısına, yanmış gençlerine empatiyle yaklaşıyor. Son mısralarda “Al beni Birecik, bağrına başta / Yandığın ateşle ben de yanayım.” diyerek, Birecik’in acısına ortak olmak istediğini vurguluyor."