Bugun...


Mehmet Nuri Bingöl

facebook-paylas
ÇINAR'DAKİ ÖZ DEĞİŞİM - 1
Tarih: 13-07-2025 11:59:00 Güncelleme: 13-07-2025 16:52:00


 -1988 Yılının Başı-

Ocak ayının ortalarında, Diyarbakır’ın Çınar ilçesine doğru ilerleyen tozlu bir minibüs, kıvrım kıvrım yolları aşarak kasabanın girişine yaklaşırken, içinde oturan ince yapılı, minyon tipli bir adam camdan dışarıyı seyrediyordu. Ceketinin yakasını kaldırmıştı, ama rüzgâr sanki camdan içeri sızıyor, zihnine doğru esiyordu.

      Ahmet Nureddin, taşradaki yeni görevine, on üç yıldır okuduğu, yazdığı kelimeleri yüklenerek geliyordu. Kütahya- Urfa hattından başlayan yolculuğu yaklaşık iki gün sürmüştü. Bavulunda birkaç pantolon, bir yedek gömlek ve en kıymetlisi: yıllardır altını çizdiği kitaplar. Kiralık  ev bulursa eşi ve ilk evladı, "kızçesi" Hediye arkadan geleceklerdi.

       Tanpınar’ın "Beş Şehir"i, Sezai Karakoç’un "Şahdamar"ı, Kemal Tahir’den "Yorgun Savaşçı", Tarık Buğra'nın Küçük Ağa'sı,  kendi el yazısıyla deftere geçirdiği deneme ve sohbet notları. Bir de roman taslağı: Sürgündeki Çeçenya-2 (Ver Elini Türkmeneli- sonradan neşredildi.)

      Minibüs Çınar’ın toprak yoluna saptığında, Ahmet Nureddin ufka baktı. Tepelerin ardında kış güneşi, kan gibi kırmızıydı. İçinden, "Burada, kelimeler büyür de inkişaf ederek eserlere döner mi acep?" diye geçirdi.

     Çınar Lisesi, ilçenin kenarındaydı. Tek katlı, sıvaları dökülmüş, avlusunda yaşlı bir çınar ağacı olan küçük bir okuldu. Kapıdan içeri adım attığında, okulun müdürü – ellili yaşlarında, tedirgin bakışlı bir adam – onu karşıladı.

      “Hocam hoş geldiniz. Valla sizin gibi bir edebiyat öğretmeni bize uzun zamandır nasip olmadı,” dedi. Ama sonra sesi kısıldı: “Yalnız hocam, burası… biraz zor bir yer. Ne sağ belli ne sol. Kelime seçerken bile dikkat ister.”

     Ahmet Nureddin içtenlikle başını salladı. “Ben siyaset yapmam. Benim dilim edebiyat. O da zaten başlı başına bir sığınaktır.”

     İlk gün odasına yerleşti. Oda demeye bin şahit isterdi: çatlak sıvalar, demir ranzalı bir yatak, penceresi olmayan bir yer, bir de kalorifer peteği.

Ama Ahmet Nureddin halinden şikâyet etmedi. Kitaplarını sıraladı, defterini açtı. O gece günlüğüne şunları yazdı:

     “Çınar’da rüzgâr sert. Ama çocukların gözleri… evet, gözleri umut dolu. Bu umut, şiire yer açar mı, bilmiyorum. Ama deneyeceğim.”

     Ertesi gün, ilk dersi 11-B sınıfındaydı. Sınıfa adımını attığında, çocukların gözleriyle karşılaştı. Bazıları ürkekti, bazıları meraklı. Tahtaya hiçbir şey yazmadan başladı konuşmaya:

       “Ben Ahmet Nureddin. Size edebiyatı anlatacağım. Ama sadece müfredatı değil. Size kelimenin gücünü, bir mısranın geceyi nasıl aydınlattığını, bir hikâyenin hayata nasıl ölçü verdiğini anlatacağım.”

     “Çünkü,” dedi ve durdu, “bu topraklarda önce kelimeler susturulur. Ben, sizin kelimelerinizi susturmayacağım.”

     Sınıf sessizdi. Ama o sessizlikte, içten içe bir kıvılcım doğuyordu.

**

     Ahmet Nureddin ikinci gününde 11-B sınıfına girdiğinde, öğrencilerin çoğu hâlâ temkinliydi. Sınıfın arka sırasına çökmüş, alnına düşen perçemini kitap sayfasına gizleyen Cenap (Ekinci) Ahmet Hoca’nın dikkatini hemen çekmişti. Kıvrak zekâsını belli eden bir yüz ifadesi, ama suskunluğu seçmiş bir öğrenci hâli vardı.

     Ahmet Nureddin tahtaya eğildi ve tebeşiri eline aldı. Yavaşça yazdı:

      “Kelimeler korkuya karşı büyür.” Arkasını dönmeden konuştu: “Bu sınıfta herhangi bir kelime yasak değildir. Bu sınıfta susturulan tek şey, cehalettir.”

     Öğrenciler birbirine baktı. İlk defa bir öğretmen böyle başlamıştı. Müdür yardımcısının derslerde belirli yazarları okutmayın dediği okulda, bu sözler fazlasıyla cesurdu.

     Ahmet Hoca defterini açtı:

     “Bugün sizden üç kelime isteyeceğim: Sizi en çok korkutan kelime, size umut veren bir kelime, hiçbir yerde duymadığınız ama kendi içinizde taşıdığınız bir kelime.”

      Gençler, kalemlerini oynatmaya başladılar. Sınıfta mırıltılar yükseldi. Bazı defterler boş kaldı. Ama Cenap, yazmaya başladı. Ahmet Hoca göz ucuyla onun sayfasına baktı: Korku kelimesi: sessizlik, umut kelimesi: cümle; içten kelime: anlaşılmak...

     Derse ara verildiğinde, Ahmet Hoca arka sıraya yanaştı: "Adın neydi?” “Cenap Ekinci.” dedi öğrencisi. Üç ay sonra bulabildiği evinin hemen yanı başında olacaktı evleri. Babası Şahap Amca ile pek çok irfan sohbetinde bulunmuştu.

     “Güzel yazmışsın. Anlaşılmak kelimesi herkesin içinde sakladığı ama dillendirmeye çekindiği bir kelimedir.”

     Cenap hafifçe başını eğdi : “Sizce anlaşılmak mümkün mü hocam?” Ahmet Hoca gülümsedi:

      “Bazen bir kitapla, bazen tek bir mısra ile... Bazen de bir öğretmenin gözleriyle.”

     O gün dersten sonra Cenap eve döndüğünde, ilk defa bir öğretmen için not tuttu defterine:

      “Adı Ahmet Nureddin. Gözleri konuşuyor. Bir şey anlatmıyor, bizi konuşturuyor. Belki de ilk defa edebiyat dersinde düşünmeye başladım. Bu adam tehlikeli olabilir, farkında olmadan Siyonistlerin düzenini bozabilir gibi...”

      Günler ilerledikçe Cenap, Ahmet Hoca’nın kitap önerilerini bir bir okumaya başladı. Önce “Çile”, sonra “İkinci Yeni” şiirleri, sonra Dostoyevski’ye uzanan geceler… Ahmet Hoca da onun farkındaydı. Bir derste şöyle dedi:

     “Bazı öğrenciler vardır, daha lise sıralarındayken içlerinden profesörler konuşur. Ama bu onları susturmaz, aksine olgunlaştırır. Fenle ilgili bir okulu seçseler de okuma aşkları onlara çok yardımcı olacaktır. İste o sıfatta gençler, zamanı geldiğinde dünyayı değiştirecek adamlardır.”

     Cenap bu sözleri duyduğunda, başını defterine eğdi. Ama içinden geçen cümleyi hayatı boyunca unutmadı:

     “Bir gün ben de kelimelerle insanlara dokunacağım.”

     Ve o sınıftan, yıllar sonra, adı bir üniversitede derslik tabelalarına yazılan Prof. Dr. Cenap Ekinci çıkacaktı. Ama o, ne zaman bir öğrenciye baksa, zihninde hâlâ o çınarın altındaki hocayı görürdü.

**

     Mart ayının sonuydu. Çınar’a mevsim geç geliyor, ilkbahar ancak takvimde yer buluyordu. Okulun bahçesindeki çınar ağacı henüz yapraklanmamıştı. Ama Ahmet Nureddin, sınıfın içindeki çocukların yavaş yavaş yeşermeye başladığını hissediyordu.11-B sınıfında o gün serbest yazı günüydü. Ahmet Hoca tahtaya bir tek cümle yazmıştı:

      “Bu topraklar, bir şiiri bir silahtan daha çok sevecek günleri görebilir mi acaba?”

     Öğrenciler defterlerine kapanmış, düşüne düşüne yazıyorlardı. Cenap her zamanki gibi arka sırada bir cümleyi büyütüyor, Zeynep mecazlarla oynuyor, Yusuf ise durmaksızın kalemini oynatıyordu.

       Yusuf, sessiz ama içine çok şey sığdıran bir çocuktu. Babası, geçen yıl dağ köyünde çıkan bir çatışmada ölmüştü. Annesi kasabada halı dokuyarak geçimini sağlıyordu. Yusuf’un gözleri çoğu zaman uzaklara dalar, sesi ise kısılmış bir şarkı gibiydi.

       O gün yazdığı şiiri Ahmet Hoca dersten sonra masasına bıraktı. Üzerine başlık atmamıştı, sadece şunlar yazılıydı:

     Toprağa düşen kardeşin ismi

      Kimliğinde yazmaz, gözlerinde kalır.

      Sustum. Çünkü susmak da bir tür haykırıştı.

      Annemin avuçlarında barut kokusu

       Ve bir kelime: “Yeter.”

     Ahmet Hoca şiiri okuduğunda bir an sustu. Sonra defteri kapattı, çantasına koydu: “Yusuf, bunu bir dergide yayımlamak istersen seninle konuşuruz,” dedi sadece. Ama ertesi gün okulda beklenmeyen bir şey oldu.

      Sabah saatlerinde sivil kıyafetli iki kişi müdür odasında göründü. Ellerinde birkaç öğrenci defteri vardı. Biri, Yusuf’un defterini çevirdi.

      "Bu yazı devlet aleyhinde yorumlanabilir,” dedi. “Kayıt altına alınacak.”

     Müdür, korkuyla başını eğdi.

      “Hocamın yönlendirmesi yoktur,” diyecekti ama sesi kısıldı. Yusuf öğle arası okuldan alındı. Gözaltına götürüldü. Sınıfta sessizlik oldu. Cenap, defterini yumrukladı. Zeynep ağladı. Ahmet Hoca ise taş kesildi.

      O akşam hiçbir öğretmen odasında kalmadı. Ama Ahmet Hoca geç saatlere kadar Yusuf’un şiiriyle baş başa kaldı. Sonra günlüğüne şunları yazdı: “Bir çocuk şiir yazdığı için alınıyorsa, artık biz kelimelerle değil, suskunlukla konuşuyoruz demektir. Ama bu suskunluk, teslimiyet değil; sessiz bir başkaldırıdır.”

     Ertesi gün ders saatinde sınıfa girdiğinde, hiçbir şey söylemeden Yusuf’un şiirini tahtaya yazdı. Bittiğinde kalemi bıraktı ve sınıfa döndü:

     “Yusuf’un sesi şu an burada değil. Ama mısraları burada. Şiir hiçbir zaman sorgulanamaz. Şiir ya anlaşılır ya bekler.”

     Öğrencilerden biri, önce Cenap, sonra Zeynep, ardından bütün sınıf ayağa kalktı. Sınıf o gün hiç oturmadı. Sessiz bir ders işlendi yani. Yusuf’un mısraları tahtada kaldı, günlerce silinmedi.

     Okul yönetimi sanki lal kesilmişti. Ama herkes biliyordu ki, bu selamdan sonra "kelamla" başlatılmış sessiz bir direnişti.

           (Devamı bir sonraki yazımda...)



Bu yazı 82 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI