Yazımızın daha iyi anlaşılması için önceki iki yazımızı incelemenizi tavsiye ederiz..
6- Karanlık güçlerin İslam Âlemi içine fitne koyma, parçalamaya çalışma. Bunu da birkaç alt başlıkta sıralarsak;
a) Bunun için gençleri, şehevi, enaniyet (ego) gibi hevesatlarından yakalayıp onları kullanarak aileye, anne babaya ve Allah'a karşı getirerek psikolojik bunalımlara ve sosyolojik çatışmalara sürüklemek.
b) Hızlı bir şekilde yayılıp gençleri celp eden İslâmîyeti yok etme.
c) Gittikçe, maddi olarak güçlenip ve ittihada doğru ilerleyen İslâm Âleminin bu girişimini inançsız, gayesiz, şuursuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemek.
Bir milletin, bir ülkenin en büyük teminatı ve geleceği şüphesiz ki neslidir, gençleridir. Nesli tükenen canlılar nasıl ki yok olup gidiyorsa aynı kanun biz insanoğlu için de geçerlidir. Bunu her aklı başında olan kişiler ve kuruluşlar bilir ve rakip olarak gördüğü milletlerin en büyük geleceği olan gençleriyle uğraşır. Savaşlarda cephede yenemediği milletlerin gençlerinin akıllarını başlarından alıp ifsat edecek fitneler bulup içine sokar. Kıskançlık, hased, haksız kazanç, isyan, merhametsizlik, hürmetsizlik, emniyetsizlik(güvensizlik), haram helale dikkat etmeyip haramlardan çekinmemek serseriliği bırakmamak, itaatı terketmek, sefahatı, açık saçıklığı, şarabın, uyuşturucunun yaygınlaştırılması. Bunlar bir nesli yok eden en belirgin şeyler. Zinanın, isyanların, cinayetlerin artmasına; sanat, zanaat, ticaret ve çiftçiliğin durmasına; içtimai hayatın yok olmasına, dolayısıyla bir toplumun yok oluşuna sebep olan şeylerdir. Bunları, insanın imtihanı gereği zaten nefis v şeytan görünmez birer aktör olarak istemekte ve insanı bunlara sevk etmektedir. Ama gel gör ki insan suretinde şeytan vazifesini gören bir sürü kişiler, bazı kurum ve kuruluşlar, örgütler de bu vazifeyi omuzlamakta ve toplumu yok etmeye, insanların ve özellikle de gençlerin maddi ve manevi hayatını yok etmeye çalışmaktadır.
Bunlara karşı gençlerimizi ilgi, istidat, kabiliyet ve yeteneklerine göre işlere, mesleklere, sanat ve zanaat dallarına sevk etmek gerek. Bir şeyleri yaptıkça, bir eser vücuda getirdikçe, birilerine yardımı dokundukça, birilerinde taltif ve taktir gördükçe mutlu olacaktır, daha çok çalışacaktır, daha çok kimseye yardımcı olabilecektir, kendisiyle barışık olacaktır, kendisiyle barışık olduktan sonra sair insanlarla da, çevresiyle de ve özellikle yaratıcısı olan Allah Celle Celaluhu’yla da barışık olacak. İlgili olduğu işlerde ilerledikçe ondaki incelikleri, harika yaratılış mucizelerini, insanoğlunun dahi yapmakta aciz olduğu İlahi kanunları görecek ve Allah’ın kudretini idrak edecektir. Kendisini tanıyacak ve “Kendini bilen, Rabbini de bilir.” vecizesinin müjdesine masadak olup marifetullah ve muhabbetullah mertebelerine nail olacak. İnsanların en faydalısı ve onların en hayırlısı olacaktır.
a) Gençlerimiz, şehevi, enaniyet (ego) gibi hevesatlarından yakalayıp onları kullanarak aileye, anne babaya ve Allah'a karşı getirerek psikolojik bunalımlara ve sosyolojik çatışmalara sürüklemek istiyorlar. Bunun bazı çözümlerini şu şekilde ele alabiliriz. Anne babalar olarak aile içinde azami derecede mahremiyete dikkat etmemiz lazım. Zira küçük yaşlardan beri mahremiyet adablarına uyulması şarttır. Hele hele ergenlikte ve ergenliğe yaklaşıldığı dönemlerde bu kurallara maksimum derecede uymak büyük bir önem arz etmektedir. Yoksa gençlerin bilinç altları mahremiyete dair müthiş derecede yara alır. Bu bilinç altındaki vaziyet, ergenlikte gençleri bombardımana tabi tutar. Ve ne yazıktır ki tacizler, tecavüzler, zinalar, nikahsız birliktelikler başını alıp gider. Bunlara bir de sosyal medya ve fuhuşiyat yayan sinema ve diziler eklenince artık iş zıvanadan çıkar maalesef. Onun için ev içinde anne babalar olarak davranışlarımıza, giyim kuşamımıza, izlediklerimize dikkat etmemiz lazım.
Ülkemizin bir çok yerinde bu mahremiyet ve tesettür kaideleri hızlı bir şekilde yok olup gitmektedir. Artık sahil kenarındaki yerleşim yerlerimiz ile iç kesimlerdeki yerler arasında bir fark kalmamış. Sırf mahremiyetten dolayı sahil yerlerindeki tatillere gitmeyen bir çok muhafazakâr aileler ne yazık ki şehrinde, köyünde, mahallesinde, sokağında hatta evinin içinde bile bunlara maruz kalmakta ve bu hastalığın ızdırabıyla kıvranmakta. Pandemi döneminde uzaktan dersler esnasında maalesef gördüğümüz tablo içler acısıydı. Dışarıda tesettürüne dikkat eden bir sürü annelerimiz evin içinde çocuğunun yanında tamamen tesettüre aykırı durdukları şahit olduğumuz bir durumdu maalesef. Aynı durum babalarımız için de söz konusu. Oysaki bizim çocuklarımız bizi rol model alır. Dediklerimizi değil yaptıklarımızı yaparlar.
Dinimiz mahremiyete o kadar önem vermiş ki kapıyı çalıp içeridekilerden izin almadan içeri girmemeyi emretmiştir. Anne babanın odasına kapıyı çalmadan içeri girmeyiniz deniliyor. Peygamberimiz (S.A.V.) bir gün bu konuyla ilgili sahabelerine ders verirken bir sahabi: “Ya Resulullah, annem yaşlı ve ikimizden başka kimsemiz yok. Ben de mi eve girerken kapıyı çalmalıyım?” diye sorunca Efendimiz: “Sen anneni üryan (çıplak) görmek ister misin? diye soruyor. O genç sahabi: “Hayır ya Rasulullah.” Cavabını verince Efendimiz: “O zaman sen de kapıyı çalıp izin aldıktan sonra içeri gireceksin.9” Diye buyurur.
Bir evin yanından geçerken evin içini gizlice gözlemlemeye çalışan birini ise Efendimiz mahremiyeti ihlal ettiği için Medine’nin dışına sürmüştür. Yine bir başka misalde Peygamberimiz onun evine doğru gelmekte olan Abdullah ibni Ebi Mektum Hazretlerini görünce “Ya Aişe evin içine gir, Abdullah geliyor.” Buyuruyor. Aişe annemiz: “Ya Rasulalluh o a’ma(kör) değil mi, görmüyor ki.” Deyince Efendimiz: “O görmüyorsa sen de mi görmüyorsun?” diye buyurarak hem kadının hem de erkeğin karşı cinsten ictinab edip bakmaması gerektiği derslerini veriyor. Mahremiyet ve tesettür meselesi hafife alınamayacak külli olumlu ya da olumsuz sonuçları doğuran bir meseledir. Rabbim bu konuda istikametten ayırmasın.
Gençleri baştan çıkaran bir başka konu ise ego. Ego ile öz güven karıştırılmamalı. Egoist insan herşeyi yapabileceği imajını oluşturmaya çalışsa da aslında çok acizdir ve o acizliği bastırmak için çırpınıyordur. Her şeye meydan okuma, her şeyi hakir görme, ker kesten kendini üstün görme belli bir yerden sonra her şeyden mahrum kalmaya, herkesten uzaklaşmaya ve kendiyle çelişki yaşamaya sebep olur. Günümüz gençleri sosyal medyanın da tesiriyle ego konusunda adeta hipnoz edilmekte olup zaman zaman güya kendini ispatlamak için akla hayale aykırı tehlikeli işlere girişmekte olup kendisine ve çevresine zarar vermektedir. Her anne babanın üzerinde farzdır ki çocuklarını küçük yaşlardan itibaren bu tarz cereyanlardan uzak tutsun. Çocuklarımızın bu tarz sosyal medya ve çevreden uzak durabilmeleri için ise onlarla özel ilgilenmek lazım. Küçük yaşlardan beri onlarla sohbet etmek, özellikle “Yedi yaşına kadar onlarla oyun oynamak, yedi-on beş yaş arası onlarla arkadaş gibi olmak ve on beş yaşından sonra ise onlarla istişare etmek lazım.10” İyi arkadaşlıklarla arkadaşlık etmelerini, haysiyetlerini koruyacak, helalden kazanacak ortamlarda çalışmalarını sağlamak lazım. Bizim çevremizden kendini bilen insanların tecrübelerinden faydalanmaları için ise bizim sağlam, kaliteli ve ahlâki değerlere sahip bir çevreye sahip olmamız lazım. Zira bilimsel bir çalışma ile sabittir ki insanın üzerinde en fazla etki sahibi olan faktör çevredir. Ondan sonra inanç, özgüven ve bilgi birikimi gelir. Hasıl-ı kelam; bizim kendimize çeki düzen vermemiz, kendini bilenlerle haşir naşir olmamız ve en büyük yatırımı ise evlatlarımıza yapmamız lazım. Onlara en büyük yatırım ise, onları İslâmî terbiye ile büyütmek, bunu en güzel yolu ise onlara nümune-i imtisal (rol model) olmak, onlarla kaliteli vakit geçirmek, helal lokma ile büyütmek… işte o zaman gençlerimiz başkalarının değil, bizim kontrolümüzde olup zararlı cereyanlardan korunmuş olurlar.
Evlerimizde günde bir defa da olsa beraber yemek yemek, beraber namaz kılmak, beraber kitap okumak, dertlerimizle dertleşip problemlerimize çözüm aramak aradaki bağı o kadar kuvvetli tutar ki Allah’ın izniyle hiçbir güç aradaki o bağı koparıp bizle evlatlarımız arasına duvar öremez.
b) Hızlı bir şekilde yayılıp gençleri celb eden İslâmîyeti yok etme.
“İslâmîyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz kapamakla gece olmaz. Gözünü kapayan yalnız kendisine gece yapar.11” Bu bir düsturdur, bir hakikattır. Peygamberimiz (S.A.V.) İslâmîyet’in yeryüzüne hâkim olmadan kıyametin kopmayacağını buyurmaktadır. Ama tekrar bir bozulma ve ifsattan sonra kıyamet kopacaktır ki bunu bilen İslâmî inanç düşmanları İslâmîyet’in hâkim olmaması için ve direkt ifsad komiteleriyle toplumları ve özellikle de Müslümânları tamamen bozmaya çalışarak güya İslâmîyet’in hâkim olmasını engellemeye çalışıyorlar. Bu konuda bize düşen her gün İslâmîyet ni’metinden en güzel şekilde faydalanmak, yani yaşamak ve elimizden geldiği kadar yaşamasına vesile olmaya çalışmak, emr-i bil ma’ruf vazifemizi kavli ve fiili olarak yapmak, her alanda vazifemizi hakkıyla ifâ etmek, işlerimizi, insanlığa ve Müslümânlığa layık bir şekilde düzgün yapmak, bulunduğumuz makamların hakkını vermek, aramızda adaleti, muhabbeti, kardeşliği tesis etmek. İşte o zaman hızla yayılan İslâmîyet’i Allah’ın izniyle engelleyemeyecekler. Ayrıca yayılan İslâmîyet ni’metinden de istifâdemiz kat be kat ziyade olacaktır.
c) Gittikçe, maddi olarak güçlenip ve ittihada doğru ilerleyen İslâm Âleminin bu girişimini inançsız, gayesiz, şuûrsuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemek.
Müslümânlar’ın birleşmesi, İslam Alemi’nin ittihad edip her konuda şûra ile teşrik-i mesai etmeleri Müslümânlar cihetinde zorunlu bir meseledir. Allah’a şükürler olsun ki gün geçtikçe gerek teknoloji’nin gelişmesi, gerek bilimin ilerlemesi ile İslâmîyet’in hızlı bir şekilde yayılması bazı karanlık güçleri ciddi manada rahatsız etmektedir. Bediuzzaman Hazretleri “İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile bir musalaha veya tabi olabilir.12” Batılı devlet ve milletler için ise: “… Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'an'ı kabule çalışan meşhur hatipleri ve din-i hakkı arayan Amerika'nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükûmetleri Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan'ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında kat'iyen Kur'an'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.13” Bu müjdeler Bediuzzaman Hazretleri’nin öngörüleridir. Ayrıca biz de bu gün müşahede ediyoruz ki kalp ve vicdanların asıl tesellisi olan İslâmîyet, insanlar arasında hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Çünkü beşeri vaâdlerin hiç biri insanı tatmin edemez. Çünkü hiç biri insanın ebedi yaşama saadetini temin edemez. Hiç biri kabir kapısını kapatamaz. Hiç biri tam manasıyla insanın maddi ve manevi latifelerini doyuramaz. Semavi dinlerin vaâdlerine gelince zaten onların sonuncusu, en kâmili, en mufassalı ve tüm dünyaya gönderileni İslâmîyet’tir. Dolayısıyla bu gün mantıklı ve tarafsız bir araştırma yapacak her semavi dinin mensubu İslâmîyet’e teslim olmak zorundadır. Çünkü İslâmîyet onların dinlerini kesip atmiyor, onların kendi zamanlarındaki dinlerinin karşılığının İslâmîyet olduğunu söylüyor. Bu bir hakikâttır ki hakiki İsevi dinin mensupları da ahir zamanda İslâmîyet’e gireceklerine dair rivayetler vardır. Bugün de hızla İslâmîyet’e girdiklerini görüyoruz. Bu da şüphesiz, dünya çapında İslâm eksenli bir birlik ve beraberliğe vesile olacaktır inşaallah.
Bunun bilinmesi ve görülmesinden rahatsız olan çevreler, gruplar yani insi şeytanlar bunu engelleyemedikleri için bu defa gençleri ve inananları inançsız, gayesiz, şuursuz ve küfr-ü mutlak girdabına sürüklenen bir gençlikle engellemeye çalışıyorlar. Bugün uyuşturucunun yaygınlık kazanması sadece ticaret değildir. Bu yollarla para kazanma ikinci derecede hedeflerdir. Asıl hedef topluma yük olan ve hatta başına bela olan bir gençliğin vücut bulmasıdır. Gençleri bu cereyanların kucağına atan, bu tarz eylemlerin içine sürükleyen, onları umutsuzluğa sevk edip âtıl bıraktıran şüphesiz ki biz Müslümânların İslâmî ahlâkı yaşamamamız, aramızda adaleti tesis etmememiz, hak hukuka riayet etmememiz gibi ana sebeplerin yanında, aile hayatında ise ilgisizlik, alakasızlık, sevgisizlik gibi sebepler sıralanabilir.
Ailede çocuklarımıza karşı, eşlerimize karşı ilgisizlik, sevgisizlik sebeplerin genel sebepleri ise kanâatsizlik, israf, şükürsüzlük, görenek belası gibi sebepler sıralanabilir. Elindekiyle, işiyle, yetinemeyen baba ya da anne biraz daha kazanmanın, biraz daha yükselmenin peşinde koşuşurken aileyi, eşini, çoluğunu, çocuğunu ihmal eder. Hatta akraba bağlarının zayıflamasının sebeplerinin başından da bu kanâatsizlik, şükürsüzlük gelir. İlgi, alakadan, sevgiden mahrum kalan çocuklar, hatta eşler bu ilgiyi, sevgiyi başka yerlerde arar ve dost zannettiği karanlık güçlerin kucağında bulur kendilerini.
Bizleri bu denli maddiyata karşı hırslı kılan şey ise görenek belasının yanında maddiyatta batıp maneviyatta gabileşmektir. Manevi hassasiyetlerimizin zayıflaması ya da Allah korusun tamamen yok olmasıdır. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. 14” Biz öyle bir hale geldik ki sadece maddiyatla her şeyi kabul etmeye, maddiyatla değerlendirmeye, maddiyatla hareket etmeye başladık. Maddiyata karşı aşırı hırs insanın gözünü kör eder, manevi latifelerini köreltir, kalbini karartır, latifelerini öldürür, en yakın dostuyla bile arasını açıp düşman eder.
Biz helal dairede çalışıp kazanmaya çalışırken rızkımıza da razı olacağız. Çünkü her şey kader ile tayin edilmiştir. Rızkımıza razı olacağız ki rahat edelim. Yoksa sürekli her şeyden şikayet ederek enerjimizi tüketiriz, evlatlarımızla geçirecek vaktimiz kalmaz, hayatımızı zindan ederiz. Bizim bu yönümüzü gören evlatlarımız ise bizden uzaklaşıp giderler maalesef.
“Eğer biz ahlâk-ı islâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâlatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabileri elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehalet edecekler.15” İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak ise; ailede, işyerlerimizde, ticaretimizde, sosyal hayatta İslâmî ahlâkla ahlâklanmaktır. O zaman hem evlatlarımıza, toplumumuza sahip çıkmış oluruz, hem de efalimizle, ahlâkımızla sair toplumların İslâmiyet ni’metiyle tanışmalarına vesile olmuş oluruz.
Hazreti Ömer döneminde Müslümân olmayan bir kabile, fidye karşılığında dış güçlerin saldırılarından korunmaları karşılığında Müslümânlar’ın himayesine girmeyi teklif ederler. O zaman İslâm ordularının Suriye birliklerinin başında Aşere-i Mübeşere’den olan Hazreti Ebu Übeyde İbn-i Cerrah vardır. Müslümânlar teklifi kabul edip fidyeyi alırlar. Bir müddet sonra İslâm ordusuyla Bizans arasında savaş başlar. Bu durumda Bizans ile çetin bir savaşa girecek olan İslâm ordusu o kabileye gelecek herhangi bir saldırıyı engelleyemezdi. Onun için Ebu Übeyde İbn-i Cerrah Hazretleri bir heyetle kabileyi ziyaret edip bundan sonra onları koruyamayacaklarını dile getirip dolayısıyla da onlardan aldıkları fidyeyi geri verirler. Kabile kendilerini dış güçlerden koruyacak kadar güçlü değildi ve bundan dolayı para karşılığında korunma talep etmişlerdi. Müslümânlar isteseler fidyelerini geri vermeyebilirlerdi. Bu durumda onların Müslümânlar’dan bunu taleb edecek güçleri zaten yoktu. Yani Müslümânlara, tamamen İslamî ahlâklarının ve haram rızıktan korunmanın dışında bunu yaptıracak başka bir sebep yoktu. Kabile bunu biliyordu ve Müslümânlar’ın bu davranışlarından çok etkilendiler. Bu olsa olsa, Müslümânlar’ın hak bir dine mensup olmalarından dolayıdır, diye düşünüp kendi aralarında istişare ederek toplu olarak Müslümân oldular. Yani bir hakkaniyetli davranış, tek bir haksız kazançtan kaçış, tek bir adilâne davranış bir kabilenin toplu olarak Müslümân olmalarına vesile oluyor.
Yine başka bir misal verecek olursak; günümüzde canlı bir örnek olan Endonezya’nın Müslümân oluşu. Endonezya, malumdur ki en büyük Müslümân nüfusa sahip bir ülke. Ve bu ülkenin İslâmiyet’i kabul edişi Suriyeli Müslümân bir tüccarın dürüst davranışı ile gerçekleşmiştir. Yani o ülkenin Müslümân oluşunda ne bir kılıç sallanmış, ne bir kurşun sıkılmış. Ne ölen olmuş ne de öldürülen. Zaten İslâmiyet de bunu istiyor. Savaşılan ülkelerin ekseriyeti İslâmi tebliğe engel oldukları içindir, yoksa onların İslâmiyet’i kabul edip etmemesinde hiçbir zaman İslâm karışmamıştır. Asr-ı Saadete’e baktığımızda Mekkeli müşriklerle Hazreti Muhammed arasındaki diyaloğu sağlayıp antlaşmalarda hakemlik yapanlar ekseriyetle Müslümânların dışındaki milletler olmuştur. Yani İslâm inanmıyor diye bir başkasıyla savaşmayı değil, inanca, tebliğe engel olup zulmedenlerin bu uygulamalarını engellemek için savaşmıştır. Yoksa hep barış, diyalog, kavl-i leyyinle muâmele etmiştir. Evet İnsaniyet-i bübra olan İslâmî ahlâkın yaşatılması fıtrata uygun olduğu için bu ahlâkın yaşatılması ve bu vesileyle yaygınlaştırılması her insanoğlunun taleb ettiği bir arzusudur. Bu ahlâkla büyüyenler başka cereyanlara temessük etmeyecekler. Her türlü şerli şebekelerden korunmuş olacaklar. Bu da demek oluyor ki biz İslâmî ahlâkla ahlâklandıktan sonra hem korunmuş oluruz, hem neslimizin korunmasına vesile olmuş oluruz ve hem de nice insanların ve milletlerin bu güzel ni’metle tanışmalarına vesile oluruz.
Yazımız devam edecek…