Gazze ve diğer bazı yerlerde olduğu gibi, insanlığın yüz akı olan bir avuç Müslümanı istisna tutarsak, tarifi olmayan bir zilletin içindeyiz…
Düşmanlarımızın bize karşı zihinleri ne kadar berrak ve hedefleri ne kadar açık ise, biz Müslümanların zihinleri o derece karışık ve hedefleri de o kadar bulanıktır. Düşmanlarımız, sözüm ona kendi güvenlikleri için bize saldırmakta… Soykırım yapmakta… Ülkelerimizi işgal etmekte… Yakıp yıkmakta… Malımızı gasp etmekte… Namusumuza tecavüz etmekte ve kısaca istedikleri kötülükleri yapmakta ne kadar cesur ise, bizler de nefis müdafaası dahi yapamayacak kadar korkak ve ezik bir haldeyiz.
israilin, Firavunlardan Hitler’e kadar insanlık tarihinde eşi ve benzeri görülmemiş vahşetleri yapıyor olması bile, bizi harekete geçirmeye yetmiyor. israilin, milliyet, mezhep ve Sünni – Şii ayrımı yapmaksızın bütün ehli kıbleyi hedef tahtasına koymuş olması da aklımızı başımıza almamıza yetmiyor.
Kısacası, bugün bütün küffar israilin şahsında tek vücut ve tek cephe halinde topyekûn saldırıyorken, biz hala bin bir parçayız…
Samimi olanlarını tenzih ederek söyleyelim; liderlerimiz ve siyasilerimiz, dilleriyle ne söylerlerse söylesinler, eylemleriyle siyonistlerin emrindedir. Medyamız, siyonistlerin sesidir. TV ekranlarını akbabalar gibi işgal edenler, siyonistlerin sesidir. İhracatçılarımız ve marketlerimiz siyonistlerin tedarikçileridir.
Ne mi yapmalıyız? Tabii ki, insan olmamız ve dahi Müslüman olmamız neyi gerektiriyorsa…
Dolayısıyla gün, kardeşlerimizin tarihin çöplüğüne attıkları Esad’ın zulümlerini anlatmakla yetinme günü değildir. Gün, öldürdükleri ve tecavüz ettikleri kardeşlerimizin hesabını tutmak günü değildir. Gün, izzetimizi kuşanma günüdür… Gün, bir binanın tuğlaları gibi birbirimizle kenetlenme günüdür... Ve gün, Talut’un emrini, elimizde olup da yitireceğimizden korktuğumuz şeylere tercih etme günüdür…
Düşmanlarımız Gazze’deki soykırımlarına, Lübnan’ı ve Suriye’yi de katmışken, nice kardeşimizi suikastlarla vuruyorken ve zulümlerine karşı ses çıkaranlarımızı da daha beteriyle tehdit ediyorken, şerefimizle, haysiyetimizle ve izzetimizle karşı koymaktan başka bir seçeneğimiz mi var?
Düşmanlarımızın süfli emellerini gerçekleştirmek yönünde gösterdikleri olağanüstü çabalardan biri de Kürtlerin hamiliğine soyunmuş olmalarıdır. Sanki tek suçları, Malazgirt’ten Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türk kardeşlerinin yanında karar kılmak olan Kürtleri, sınırlarını kendilerinin çizdikleri ve rejimlerini kendilerinin belirledikleri dört ülke arasında bölenler onlar değildi… Bu vesile ile dememiz o ki, Kürtler olarak tabii ki, gasp edilmiş haklarımızın mücadelesini vereceğiz. Ancak bunun da yolunun, bize tahakküm eden rejimlerin de koruyucuları bu emperyalistlere karşı direnmek olduğunu bilmeliyiz.
Öyleyse her türlü siyasi, mezhebi ve diğer ihtilafları, farklılıkları ve tartışmaları behemehâl ayaklarımızın altına almalı ve düşmanlarımızın envaiçeşit yalanlarını, iftiralarını, tuzaklarını ve hesaplarını da ancak ve ancak mümin feraseti ile bertaraf edebileceğimizin bilinci ile hareket etmeliyiz.
Eğer yenilirsek, bilelim ki, bu, düşmanımızın çok güçlü olmasından değil, bizim zaaflarımıza yenik düşmemizdendir.
Sonuç olarak bugün öyle bir noktadayız ki, Sünniliğimiz, Şiiliğimiz, Araplığımız, Fars, Kürt ve Türklüğümüz, yapmamız gereken iş karşısında sıradan birer ayrıntıdır. Bunun içindir ki, her kim bugünlerde haddizatında birer zenginlik olan bu farklılıklarımızı alıp, birliğimizi bozmak ve hızımızı kesmek yönünde kullanırsa, ya haindir ya da gafil… Bütün kötüler ve şer güçler israil olup vahşette sınır tanımıyorken, bize de düşen, Gazze olmaktır.
Dolayısıyla düşmanlarımızın bizi yüz yıl daha kendilerine kul köle yapmaya çalıştıkları bu büyük hesaplaşmada yerimiz, her şeyimizle işgalcilere karşı koymaktır ve her şeyimizle Filistin’in, Lübnan ve Suriye’nin yanında olmaktır…