Bugun...


Ayşeli Polat

facebook-paylas
ŞATAFATTAN SIRRA, GÖSTERİŞTEN GİZLİLİĞE: İBADETİN ASLINA RÜCU
Tarih: 21-11-2025 14:20:00 Güncelleme: 21-11-2025 14:20:00


Bazen oturup düşünüyorum. Bu çağın Müslümanları olarak yapıp ettiklerimizle acaba bu dine daha ne kadar zarar verebiliriz? Dini yaşama adına, gösterişi, debdebeyi, şatafatı, israfı daha ne kadar ileriye götürebiliriz? Çıtayı ne kadar yükseltebiliriz? Ben bunları düşünüp üzüledurayım, her gün birileri çıkıp dinin şakağına silahı dayıyor. Ceddimiz ibadette gizlidir kabahatte derken torunları ibadeti de günahı da yedi mahalleye duyurarak yapıyor. Kalbin kıblesini şaşırdığı bir zamandayız. İbadetin özünden, sadeliğinden ve mahviyetinden fersah fersah uzaklaştığımız bir devirdeyiz. Öyle bir devir ki, gözler perdelenmiş, kalpler nefsin narasında kavrulmuş, niyetler Allah rızasının serinliğinden uzak düşmüş. Ecdadımızın secdede gizlediği sırlar, şimdi kameraların önünde arz-ı endam eder hâle gelmiş. Mahremiyet, gösterinin kurbanı olmuş; ihlâs, alkışlara feda edilmiş. 

Bir zamanlar, ibadet öyle deruni bir hal idi ki, kişi gece kalkıp secde eder, hanımı bile bundan haberdar olmazdı. Zira ibadet, Yaradan ile kul arasında mahrem bir hitaptı. Hal böyleyken şimdi umre yolculuğu bir seremoniye, hac bir gösteriye, sadaka bir sahneye dönmüş durumda. Sosyal medyada paylaşılan “umre pastaları”, “kına merasimleri”, “Kâbe fonlu selfieler” neyin habercisi bilinmez. Lakin hayrın habercisi olmadığı kesin.

Ashâb-ı kiram, infak ederken sol elinin verdiğini sağ eli bilmeyecek mahviyetteydi. Hz. Ebû Bekir (r.a), evindeki her şeyi Allah için infak ettiğinde, kimse bilmezdi. Hz. Ömer (r.a), geceleri fakirleri doyurur, sabah olup da kim yaptı denilince, sır olurdu. Bugünün mü'mini ise, bir lokma sadakayı bin kelimeyle süslemekte, Rabbine değil, takibine sunmaktadır.
İbadet, Cenâb-ı Hakk’ın emrini yerine getirme vecibesi olmalı iken, günümüzde bir sosyal rütbe gibi algılanmakta; "gittim", "yaptım", "başardım" naralarıyla yüceltilmektedir. Oysa ibadetin kıymeti, görünür olmasıyla değil, gönülde yeşeren ihlâsla ölçülür. Gösterişle beslenen ibadet, ihlâsı yutar; ruhu kurutur.

Hele ki nafile ibadet, mü’minin Rabbine olan sevgi ve yakınlık arzusudur. Tıpkı Hz. Bilâl’in (r.a) her abdestten sonra iki rekât kılması gibi, tıpkı Hz. Huzeyfe’nin geceleri gözyaşıyla yoğrulan kıyamı gibi… Bugünse ibadetin mükâfatı Allah’tan beklenmiyor; beğeni, yorum ve alkışa râm olunuyor.
Umreye gidenin konvoy yaptığı, “destek olmak istersen kornoya basabilirsin” denilerek nefsin azdırıldığı garip bir çağdayız. Kornalar, konfeti, kına, şatafat… Hiç imtihanımız olmasa şöyle kokuşmuş bir çağda yaşamak imtihan olarak yeter de arta bile diye düşünüyorum. İlginç olan, bir Allah’ın kulu da çıkıp: “Bir ibadet, bu kadar israfa bulaşmışken hâlâ kabul olunma ihtimali var mıdır?” diye sormuyor. Kaldı ki Allah, “Müraîlerin amellerini boşa çıkarırım” dememiş miydi?
Artık ibadet, yalnızca Allah’a arz edilen bir mahremiyet değil; insanların gözünde değer kazanması için sergilenen bir gösteriye dönüşmüş vaziyette. Oysa ibadet, Rabbimizin “Sırf ben emrettim diye” diyecek sadakatle ifa edilmesi gereken bir kulluk nişanesidir. İhlâs, bu hâlin kalbidir. Lakin bugün, ibadetler ihlâsın göğsünden soyulmuş, israfla, şatafatla, gösterişle kuşatılmıştır. Bu nasıl bir çürüme ki, umreye gidecek olan kişi artık tekbirlerle değil, kornalarla uğurlanıyor. Hicaz’a yolculuk, huşû ile değil, konvoyla ilan ediliyor. Umre kınası diye bir bid'at ortaya çıkmış; insanların gözyaşı dökerek yola çıktığı o mübarek yolculuk, şimdi şenlik havasında bir törene dönüşmüş. Hatta Kâbe'nin fotoğrafını pastanın üstüne bastırıp, pasta kesenler var. Kornalı umre, pastalı Kâbe derken ihlâsın adım adım iflasıyla bitiriyoruz günü. Yaptığımız her ibadeti alkışlarla süslüyor, her hayrın peşine bir fotoğraf iliştiriyoruz. Riyanın gölgesinde kalan kulluğumuz, gösterişle kirlenen secdelerimizle rızayı arıyoruz. Kulluğun şatafatla imtihan olduğu bu garip çağda, mikrofonlu tevekküllerimiz, kameralı teslimiyetlerimiz,  mabede değil merceğe yönelen secdelerimiz, Kâbe'ye değil kameraya yaptığımız yolculuklarımız, Allah için başlanan, halk için bitirilen, şekli olan ama ruhu olmayan ibadetlerimiz, maskeli Müslümanlığımız, kaybolan ibadet ahlâkımız hangi şuurun, hangi kalbin tezahürüdür, söyler misiniz? Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Sudan’da işkenceler, ölümler tam gaz devam ederken, insanlar bir lokma ekmeğe muhtaçken, şaşalı, debdebeli merasimlerle israfın zirvesine çıkmak, üstelik bunu yaparken de dini bir ritüel edasıyla yapmak hangi akıl tutulmasının eseridir? 

Müslüman, ibadetiyle yükselir. Ama bu yükseliş, gözler önünde değil, kalpte başlar. Şimdi durup soralım: Hangi ibadetimizde Allah’ı memnun etme niyeti vardı? Hangisinde insanların beğenisini, övgüsünü amaçladık? Hangi sadakamız sadece rıza için verildi, hangisinde ‘gösteri’ galip geldi? Zira bir ibadetin makbuliyeti, samimiyette saklıdır. Allah Teâlâ, “İhlaslı kullarım müstesna” buyururken, bu müstesnalığa giden yolu taşlarla döşemek bize düşer. Gösteriden sıyrılıp sırra sığınmak, ibadeti afişe etmektense Allâh’a arz etmek zamanıdır. “O bilsin yeter! O görsün yeter! O sevsin yeter! O beğensin yeter!” demenin vaktidir.

Gelin ellerimizi semaya açalım. Bütün samimiyetimizle ihlası kaybetmeme hususunda Yaradan’a yalvaralım. Yalvaralım ki, Allahü Teâlâ bizleri sahabenin sadakatine, ecdadın mahviyetine, Nebi'nin ihlasına eriştirsin. İbadetlerimizi gizli bir hazine kılarak, yalnızca O’na sunabilen kullardan eylesin. Âmin.



Bu yazı 22 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI