Bugun...


Ayşeli Polat

facebook-paylas
MUHAMMEDÎ OLANLAR NEREDE?
Tarih: 04-03-2025 14:15:00 Güncelleme: 04-03-2025 14:15:00


İslam tasavvufunun meşhur simalarından, hadis, kelam ve tefsir âlimi, Horasanlı sufi Yahya bin Muaz (R.A), yaşadığı toplumdaki kokuşmuşluğa sessiz kalamıyor ve hayretle soruyor: "Ey insanlar! Görüyorum ki, evleriniz Rum kayserinin evlerine, lükse hayranlığınız Kisra'nın tutumuna, servet peşinde koşmanız Karun'un anlayışına, saltanatınız Firavun'un saltanatına, nefisleriniz Ebu Cehil'in nefsine, gururunuz Ebrehe'nin gururuna, yaşayışınız sefihlerin yaşamasına benziyor. Allah için söyleyin! Muhammedî olanlar nerede?"

 

Sahi, Muhammed'i olmak demek ne demekti? Yanına girdiğinde, yattığı hasırın izlerini sırtında görünce ağlamaya başlayan Hz. Ömer'e niçin ağladığını soran, "Ya Rasulullah! Dünya kralları, Kisralar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Hasırın üzerinde yatıyorsun. Izleri de sırtına çıkıyor." cevabını alınca da "İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret de bizim olsun!” diyerek Ömer'i teselli eden Muhammed'e tabi olmak neyi gerektirirdi? Yere düşen bir parça ekmeği üç defa öpüp alnına koyan, sonra da ihtiramla yüksek bir yere bırakan dedelerin, bayat diye attığı ekmekleri çöpe sığdıramayan torunları olarak Muhammediliğin neresindeyiz?

 

Farkında mısınız bilmiyorum, ama artık koca dünyaya sığamıyoruz. Gözümüzü öyle bir hırs büyümüş ki nimetler üzerimize yağmur gibi yağsa da, bir elimiz yağda bir elimiz balda olsa da, refahın ve şatafatın zirvesini görsek de memnun olmuyor, şükretmeyi bilmiyor, daha fazlasını, daha fazlasını istiyoruz. İçinde yaşadığımız dünya, milyarlarca insanı cömertçe kucaklıyor da, biz bitmek tükenmek bilmeyen hırslarımız yüzünden birbirimize dünyayı dar ediyoruz. Boynumuza yuları geçirip çekiştiren nefislerimizi öyle şişirmişiz ki, ne nasihat kâr ediyor bize ne de sürekli maruz kaldığımız musibetler açıyor gözlerimizi.

 

Ah! Oysa Muhammedî olacak, Muhammedî kalacaktık. Ahtapot gibi kollarını her zerremize geçiren kapitalizmin bizi oyalamak için önümüze attığı oyuncakların cazibesine kapıldığımız günden beri ne Müslümanlık kaldı bizde ne de insanlık.

 

Helal bir kuruşun haram on kuruştan daha tatlı olduğunun bilincinde, kanaat ve iktisat sahibi dedelerin, asgari ücretle geçinmeye çalışan babalarından yana yakıla iphone isteyen, yıllarca süren kredi borçlarıyla cebelleşen torunları olarak Muhammediliği unuttuk.

 

Kızı Fatıma'nın sade çeyizini görünce duygulanıp ağlayan "Allah'ım kaplarının büyük kısmı çanak çömlekten ibaret olan bu topluluğa bereket ver." diye dua eden Peygamberin, "Nişanda organizasyon olmazsa evlenmem. Düğün pastası istediğim gibi olmazsa kıyameti koparırım. Ev lüks semtten kiralanmazsa, araba son model olmazsa nişanı bozarım" diyen ümmeti olarak Muhammediliği rafa kaldırdık.

 

"Ayşe, kızının doğum gününü filan restoranda kutladı. Bizim neyimiz eksik! Zeynep yepyeni koltuklarını, halıya uymuyor diye değiştirmiş. Bizim koltuklar onlarınkinden daha eski. Biz niye değiştirmiyoruz? Perihan'ın kocası sevgililer gününde Perihan'a Ajda bilezik almış. Sen niye almıyorsun? Fatmalar her hafta yemeği dışarıda yiyorlarmış. Biz niye hep evde yiyoruz?" diyen kadınlar Muhammedilikten nasıl fersah fersah uzaksa, sürekli araba ve telefon değiştiren, Resul'ün bütün sünnetlerini istisnasız yapmış da bir tek çok evlilik sünneti kalmış gibi ikinci eş meselesini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp getiren, gözü hep dışarıda olan, bulduğu İlk fırsatta eşini aldatan, biraz daha para kazanma uğruna harama bulaşan, borç batağında yüzen, çoluğunu çocuğunu unutan, dini imanı para olan erkekler de Muhammedilikten öylesine uzaktır.

 

Hayatımıza bodoslama dalan sosyal medya sayesinde kanaati, iktisatı, yetinmeyi, idare etmeyi tamamen unuttuk. Sosyal medyada gözümüze sokulan lüks ve şatafatla gözlerimiz kamaşırken, kapitalizmin gözlerimize indirdiği perde ile hakikate kör olduk. Kendisini, ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu olarak nitelendiren, açlıktan karnına taş bağlayan, bazen bir ay evinde yemek pişirmek için ocak yanmayan, "Melik peygamber mi yoksa kul peygamber mi olmak istersin?" sorusuna "Kul peygamber olmak isterim." diye cevap veren ve kul gibi yaşayan bir peygamberin ümmeti olarak bugün, ihtişamla donatılan yemek masalarını sosyal mecralarda paylaşıp hava atıyoruz. Başımızı kaz tüyü yastıklarda, vücudumuzu kuş tüyü yataklarda dinlendiriyoruz. Kuş sütü eksik sofralarımızda yemek beğenmiyor, israfın zirvesinde bir ömür tüketiyoruz. Bu şatafat içinde verilen her nimetten hesaba çekileceğimizi de nimet vereni de unutuyoruz. Afrika’da, Gazze'de susuzluktan ve açlıktan ölen insanların çığlıklarına kulak tıkıyor, arşı inleten feryatları duymazlıktan geliyoruz. Ahirette bu insanların yakamıza yapışıp hak talep edecekleri gerçeğini görmüyor, duymuyor, bilmiyoruz.

 

Kalbimize öyle sağlam bir mühür vurulmuş ki bize kalmayacak şeyler uğruna ömür tüketiyoruz. Dünyadan göçenlerin yanlarında bu dünyaya ait hiçbir şey götüremediğine defalarca şahit olmamıza rağmen, fani dünyanın lezzetlerini ebedi lezzetlere tercih ediyoruz. Parası, pulu, mevkisi, makamı, dostu arkadaşı olanların buradan eli boş gittiğini görüyor, buna rağmen ahiret yurdunu imara çalışmıyoruz. En acısı da artık dualarımız bile dünyevileşti. Dualarımızda sadece dünyevi isteklere yer veriyor, asıl yurdumuzu unutuyoruz. Oysa Resul ne güzel söylemişti: 

 

“Kimin derdi ahiret olursa, Allah onun kalbine zenginlik koyar, dağınık işlerini toplar, dünya ona kolay gelir. Kimin de bütün derdi dünya olursa, Allah onun gözünün önünden fakirliği hiç ayırmaz, işlerini dağıtır, düzeni olmaz. Dünya da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.”

 

Ahireti dert edinmeyi bırakalı yıllar oldu. Nefislerimiz bizi öylesine esir aldı ki, dünya hayatına ve bu hayata dair geçici nimetlere razı olup, bize emanet olarak verilen her şeye büyük bir hırs ve tutku ile bağlandık. Allah affetsin, çoğu zaman da adeta ilah edindik.

 

Mevlâna bir sözünde: “Rızıklar denizini bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır? Ancak bir günlük kısmet, bir günlük su... Harîslerin, dünyayı çok sevenlerin göz testileri hiç dolmaz. Sedef, kanaatkâr olmazsa içinde inci meydana gelmez.” der.

 

Hasan-ı Basri hazretlerinin şu sözü ise ne kadar manidar: “Kuran’ın iki kapağı arasındakileri okudum. 90 yerde Allah’ın rızka kefil olduğunu gördüm. Sadece bir yerde ise şeytanın insanı fakirlikle korkutacağını gördüm. Ve insanın, Rabbinin 90 yerdeki vâdini unutup şeytanın sadece bir yerdeki yalanına kandığını da gördüm.” 

 

Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe el-Ensârî el-Hârisî radıyallahu anh şöyle dedi: Bir gün, Resûlullah (as)’ın ashâbı onun yanında dünyadan bahsettiler. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Siz işitmiyor musunuz? İşitmiyor musunuz? Sade yaşamak imandandır; sâde hayat sürmek imandandır.” ( İbni Mâce, Zühd 4)

 

Oysa bu dünyaya ubudiyet vazifesini ifa etmek üzere gönderilmiştik. Bu vazifeyi ifa edebilecek ve hayatımızı devam ettirebilecek kadar yiyip içmek dinimizin bize tevdi ettiği en mühim vazife idi. Bu vazifeyi yerine getirirken aşırıya kaçmak ise hesap vesilesi idi. Bu dinin Peygamberi, yemede, içmede, giyim- kuşamda lüks ve israfa dalmayı, hayatı bunlardan ibaret addedip bu minvalde yaşamayı şiddetle kınamıştı, bunu ne ara unuttuk?

 

İslam, ne ifrata ne de tefrite müsade eder. Bu yüzden, üstü başı dağınık, pejmürde bir hayat sürmek nasıl yasaklanmışsa, başkalarının haset damarlarını tahrik edecek derecede lüks ve şatafata kaçmayı da öyle yasaklamıştır. Bununla birlikte İslam, mütevâzî bir hayat yaşayıp sâde bir görünüme sahip olmayı mükemmel bir imanın belirtisi olarak ifade eder. Bu hakikati en güzel kavrayıp idrak eden sahabenin hayatına baktığımızda, sadece fakir oldukları dönemlerde değil, zenginliğin zirvesinde oldukları, hatta yönetimde bulundukları dönemlerde de mütevâzî bir hayat sürmeye özen göstererek kıyamete kadar gelecek bütün ümmete hüsnü misal olduklarını görürüz. Sahabenin dünyaya ve ahirete bakışı böyleydi.

 

Peki ya bizler... Şu mübarek günleri fırsat bilip kendimize bir çeki düzen vermeyelim mi? Tüm bu doyumsuz açlıklarımıza bir dur demeyelim mi? Varsın perdemiz koltuk takımımıza, halımız mobilyalarımıza uymasın. Dünyanın sonu değil ya. Varsın markalı kıyafetlerimiz, son model telefonlarımız olmasın, sağlıkla nefes alıp veriyoruz ya.

 

Gelin bu Ramazan bir milat olsun. Soframıza misafir olan melekler bizi sade bir sofra üzere bulsun. Karnımızı doyuracak bir çeşit yemekle Resul'ün dönemine ışınlanalım. O dönemin sadeliğinden bir şule de bizim hanemizde olsun. Soframızdan buram buram Muhammedî kokular yükselsin. Binbir çeşit yemekle donattığımız sofralarımız Kayser'in, Kisra'nın, Firavun'un sofralarına benzemesin. Orucun hakikati ruhumuzu sarsın. Açlığın lezzeti damaklarımızda kalsın. Gelin bu Ramazan Allah'ın 90 yerdeki çağrısına uyup şeytanın vesvesesini kulak ardı edelim ve kendimize söz verelim. Sadeliği vird edinelim. Ahiretin lezzetlerini dünya lezzetlerine tercih edelim. Zor mu? Nefsimiz kale gibi karşımıza mı dikiliyor? Şeytan geçit vermiyor mu? O halde nefsimize dönüp şu soruyu soralım:

"Ìstemez misin ey nefsim, dünya onların, ahiret de senin olsun!.. "

 

Ayşeli Polat



Bu yazı 313 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI