Bugun...


Ayşeli Polat

facebook-paylas
KIRLENDIK AZIZIM, COK KIRLENDIK
Tarih: 07-09-2025 19:12:00 Güncelleme: 07-09-2025 19:12:00


Yaratılırken nisyan suyuyla karılmış çamurumuz. Bu yüzden aynı hal üzere kalamıyor, halden hale geçiyoruz. Bu hakikat, Resul'ün yanında hissettiği güzellikleri, onun yanından ayrıldıktan sonra hissedemediği için münafık olmaktan endişe eden ve Ebû Bekir"le paylaştığı bu endişeyi Resûlullah'a da arz eden Hanzala'ya, her ifadesi lâl ü güher Resul'ün dilinde şöyle hayat buluyor: “Beni yaşatan Allah"a yemin ederim ki siz, her zaman yanımdan kalktığınız gibi kalsaydınız melekler, oturduğunuz yollar üzerinde ve yataklarınızda sizinle musafaha ederlerdi. Fakat ey Hanzala! (İnsan bu) Bazen öyle, bazen böyle!” 

Çabuk unutuyor, çabuk hata yapıyoruz. Ayaklarımız da gönlümüz de kaygan bir zeminde olduğu için çabuk günaha dalıyoruz. Eğer sağa sola yalpaladıktan sonra toparlanmazsak, günahımızın farkına varıp hâlimizi ve tavrımızı düzeltmezsek vay bize! Bu yüzden bence Cenab-ı Hakkın bir insana lütfettiği en büyük nimet; onu kendi halinde bırakmayıp onu Hakka döndürecek vesileler halketmesi, gaybi eliyle sürekli kulunu sırat-ı müstakime sevketmesidir.

Dün arkadaşım Whatsapp durumunda çok kısa bir video paylaşmış. Videoda Sadî-i Şîrâzî'nin Efendimiz'e olan aşkını terennüm ettiği bir kıssası anlatılıyor. Kıssaya göre bir adam hamama gider. Hamamcı, adama yıkanması için kilden bir sabun verir. Adam bu sabunla yıkanırken kilden çok güzel bir koku geldiğini fark eder. Kile dönüp "Sen misk misin yoksa amber misin?" diye sorar. Kil de "Ben misk de değilim, amber de değilim.  Alelade bir toprağım. Fakat benim ömrüm bir gül fidanının altında geçti. Seher vakitlerinde gül fidanının üzerinde biriken şebnemler benim üzerime damladı. Ben, gülün kokusunu içine çekerek üzerime damlayan şebnemler sayesinde hamura dönüştüm. Benden gelen koku tamamen o gül goncasının kokusudur" der. Videodaki konuşmacı, bu kıssayı anlattıktan sonra dedi ki: "Elhamdülillah, Cenab-ı Hak bizi lütfen ve keremen Efendimiz (as)'ın ümmeti kıldı. İnşallah biz de Efendimiz'in rengiyle, şekliyle, boyasıyla, ahengiyle, gönül hayatıyla boyanırız. Kıyamet günü de bu vesileyle Cenab-ı Hak bizi onunla beraber eyler. Böylece en büyük saadeti tadarız."

Video benim ruhumun damağında öyle bir lezzet bıraktı ki bu lezzetin kaybolmaması için bir daha, bir daha, bir daha dinledim. Bir anda hayalen yıllar öncesine gittim. Bütün benliğimi kavurucu bir hasret kapladı. Öyle bir hasret ki tarifi nâmümkün. Ah, ne güzel günlerdi o günler!

O günlerde aşkın en duru, en saf haliyle severdik Resulü. Ismi anıldığında başımız döner, organlarımız işlevini yitirirdi. Gözlerimiz kararır görmez olurdu. Kulaklarımız duyma yetisini kaybederdi. Kalbimizin atışı hızlanırdı. Kalbimizin yerinden fırlayıp çıkacağından endişe eder, elimizle bastırırdık. Takliden değil tahkiken. Duya duya... Doya doya... 

Sevgilimiz yoktu o yıllarda. Sevgili denilince de zaten aklımıza sadece O(as) gelirdi. Dilimizi O'nun ismiyle tatlandırır, sohbetimizi O'nun hayatıyla zinetlendirirdik. Gittiğimiz her yerde, girdiğimiz her mecliste O'ndan bahis açar, ruhumuzu şenlendirirdik. Ondan bahis açılmayan meclislere girmeyi vefasızlık addederdik. Hani demişti ya: “Sizden biriniz, beni anne-babasından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (tam anlamıyla) iman etmiş olmaz.” diye. Vallahi onu aynı böyle severdik. Herşeyden ve herkesten çok. O söz konusu olduğunda evladın da, malın da, canın da esamisi okunmazdı. 

Her ânımız O'nunla dopdolu geçerdi. Soframıza bir tabak, bir kaşık fazla koyardık, gelip teşrif etsin diye. Evlerimizi onun teşrif edeceği şekilde tefriş ederdik. Evimize koltuk takımı, oturma grubu, yemek masası alırsak "Muhammedî olanlar nerede?" sorusuyla itap edileceğimizi hayal eder, onu mahzun etmektense ölmeyi yeğler, minder döşeli evlerimizle ona benzemeye çalışırdık. Uykudan uyandığında, üzerine yattığı hasır vücudunun yan tarafında iz bırakınca "Yâ Resûlallah! Sizin için bir döşek edinsek" teklifini:
“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim" diyerek reddeden Resulün, normal bir döşekte yatınca teheccüde uyanamamak endişesiyle sert yerlerde uyuyan kara sevdalılarıydık. Bir gece Teheccüdü kaçırsak "ümmetimden değilsin!" denilerek huzurdan tard edileceğimizi düşünüp tir tir titreyen, gün boyu nefsimizi açlıkla cezalandıran Resul aşıklarıydık. "Muhannettir dünyasını kayıran" der dünyalığa dair ne varsa mesafe koyardık. Iki giysiden fazla giysi edinmeyi ar sayar, dünyanın kendini kabul ettirdiği kişilerden oluruz korkusuyla diken üstünde yaşardık. Iki giysiyi dönüşümlü olarak yıkayıp giyerdik. (Muhabbetinden mütevellit bir öğrencim o yılın modası olan bir etek hediye etmişti. Eteği giydim. O kadar yakışmıştı ki bana. Öyle hoşuma gitmişti ki. Birden kendimi topladım. Nefsimin yüzüne okkalı bir tükürük attım. "Demek çok hoşuna gitti" dedim. "Peki ben sana bu zevki yaşatır mıyım?" Eteği ilk ve son giyişimdi. Hiç vakit kaybetmeden eteği başka bir öğrenciye hediye ettim. O eteği giymeye devam edersem nefsimin beni kendine köle etmesinden korktum.)

Ona olan sevgimiz sözcüklere sığmazdı.Bazen onu korumak için yılan deliğine tıkanan bir topuk, bazen onun yerine yatağa yatıp onun hayatını kurtaran bir çocuk olmak isterdik. Hayalen o yıllara gider, bazen Taif'te taşlanırken cismimizi cismine sütre yapar, bazen de onun naciz teni incinmesin diye deve işkembesinin altına yatardık. Bazen Akabe'de ona biat eden el olmayı, bazen sırtındaki mührü doyasıya öpmeyi hayal ederdik. Bazen onun firakıyla ağlayan hurma kütüğünü kıskanır, bazen yetimliğimizi bahane edip merhametin menbaı olan göğsüne yaslanırdık. Bazen de yetim kızın başını okşadığı mübarek eliyle bizim de başımızı oksaması için dua dua yalvarırdık. 

Elimizde evimizin en mutena köşesine astığımız çetelemiz olurdu. Kıldığımız teheccütler, evvabinler, kuşluklar, tuttuğumuz pazartesi-perşembe oruçları, yapmadığımız gıybetler, okuduğumuz cüzler, ezberlediğimiz hadisler, okuduğumuz kitaplar, tefsirler, yaptığımız tebliğler, hatta günahlarımız için döktüğümüz gözyaşları o çetelede yerini bulurdu. Yaptığımız işlerin karşısına attığımız her çarpı yüreğimizi ferahlatır, şefaate dair umudumuz olurdu. 

Hz. Ayşe'nin: “Allah Resûlü’nün küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O (ekseriyetle) tebessüm ederdi.” sözünü hayatımıza rehber edinir, "Allah'a yemin olsun, benim bildiğimi siz bilse idiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belanızı defetmesi için) Allah'a yalvar yakar olurdunuz." hadisini yatağımızın başucuna asar hüzünle dost olurduk. Kazaen gülüversek neden güldüm diye sabaha kadar ağlardık. 

"Gönül hûn oldu, şevkinden boyandım ya Rasûlallâh
Nasıl bilmem bu nîrâna dayandım ya Rasûlallâh
Ezel bezminde bir dinmez figândım ya Rasûlallâh
Cemâlinle ferah-nâk et ki, yandım ya Rasûlallâh" şiirini şiir diye okumazdık. Aşığını kaybetmiş bir maşuğun hasret ateşi yakar kül ederdi yüreğimizi. O ateşin yangınında yanar mıydık, pişer miydik bilinmez. Lakin bizden geriye birşey kalmazdı onu bilirdik. 

Mehmet Emin Ay hocanın "Razıyım rüyada, yüzünü göster
Âşık maşukuna, can sunmak ister" ilahisini dinler, her gece onu rüyada görme umuduyla uyurduk. 

Peygamber Efendimiz'i defnettikten sonra, mezardan dönenler içindeki Hz.Enes’e "Enes! Allah’ın Rasulû’nün üzerine toprak atmaya eliniz nasıl vardı? Buna gönlünüz nasıl razı oldu?" diyerek sitem eden Hz. Fatıma'nın ciğerindeki ateşten bir parça düşerdi yüreğimize. "Vallahi Fatıma anam, ben asırlar sonra yaşadığım halde, O güzeli görmediğim halde dayanamıyorum onun hasretine. Sen gözü gözüne değerken, kokusunu içine çekerken, tebessümünü hafızana nakşetmişken, nasıl dayandın gidişine? derdik hıçkıra hıçkıra. 

Siyer-i nebiyi okurduk bulduğumuz her kitapta. Kitap hitama erip konu onun vefatına gelince, kitabı bırakır saatlerce ağlardık sanki bugün ölmüş gibi. Sanki yetim, sanki kimsesiz kalmışız gibi. Sonra Ebubekir, Ömer, Bilal gelirdi aklımıza. "Nasıl dayandılar ki?" deyip bir de onlar için ağlardık saatlerce.

Ağlamamız için onun adını duymamız yeterdi. Bir şiir, bir ilahi, bir hadis... "Muhammed" ismi zikredilmeyegörsün, bu seda önce kalbimizin odacıklarına çarpar, oradan vücudumuzun her zerresini yerle bir ederdi. Dizlerimizde derman kesilir, bir yerlerde  yığılıp kalmaktan korkardık. Nefes alış verişlerimizin ritmi değişir, bize birşeyler olurdu.(O yıllarda "Yüreğim parça parça Efendim" ilahisi revaçtaydı. Her dinlediğimde yüreğimin her parçasının bir tarafa dağıldığını hisseder ağlamaktan bitap düşerdim. Üniversitede sınıf arkadaşım bu duruma defaatle şahit olunca hayretler içinde "Her defasında nasıl bu kadar etkileniyorsum anlamıyorum" demişti.)

Biz O'nu öyle severdik ki, Mecnun duysa sevdasından utanırdı. Bizim aşkımızın yanında ne Ferhat'ın ne Kerem'in aşkı anılırdı. Zevkin doruğu denen duygu, O'nun yâdıyla var olurdu. 

محمد بشر لا كالبشر بل هو كالياقوت بين الحجر
"Muhammed elbette beşerdir, ama sıradan bir beşer gibi değildir. Belki taşlar arasında yakut ne ise, insanlar arasında Muhammed de odur." diyen şairin anlattığı yakuta aşıktık biz. Hassan bin Sabit misali, sözlerimizin O'nu övmeye güç yetiremeyeceğinin, bilakis, O güzel ismin ve sıfatların bizim sözlerimizi güzelleştirdiğinin bilincinde bir başka severdik O'nu.

Sonra... Anlamadığımız birşeyler oldu. Bir Ramazan günü iftarda kendisine bir bardak soğuk su ikram edildiğinde, "Acaba Allah Resulü'ne kendisini kabul ettiremeyen dünya bana mı kabul ettirecek?" endişesiyle hüngür hüngür ağlayan Hz. Ömer'in üç talakla boşadığı dünya, kendisini alladı pulladı, bütün cazibesi ve işvesiyle aklımızı başımızdan aldı, nikahımıza girdi. 

Şimdilerde çok zenginiz. Altımızda lüks arabalarımız, tatil beldelerinde hayatın tadını çıkarıyoruz. Artık evlerimiz Rum kayserinin evlerine, lükse hayranlığımız Kisra'nın tutumuna, servet peşinde koşmamız Karun'un anlayışına, saltanatımız Firavun'un saltanatına, nefislerimiz Ebu Cehil'in nefsine, gururumuz Ebrehe'nin gururuna, yaşayışımız sefihlerin yaşayışına benziyor. Kimsede olmayan koltuk takımlarında oturuyor, kimsede olmayan masalarda yemek yiyoruz. Gardıroplarımız, giymeye fırsat bulamadığımız giysilerle dolu. Gördüğümüz her şeyi alıyor, eskimeden atıyoruz. Alışveriş merkezlerinde yaptığımız tavafa ecir verilseydi cennetin en güzel yerinde ağırlanırdık. Tüketemeceğimiz kadar yiyeceği istif ediyor, bozulunca atıyoruz. Hatta israfta öyle bir levele ulaştık ki bozulmadan da atıyoruz.

 Hususen sosyal medya hayatımıza dahil olalı, bizden geriye hiç birşey kalmadı. Sosyal medyada hissetmediğimiz duyguları sergiliyor, yaşamadığımız hayatı servis ediyoruz. Saatlerce hazırladığımız ikramlıklara, sadece birilerine göstermek için emek veriyor, gittiğimiz şehirleri sadece story atmak için geziyoruz. Aldığımız giysileri sadece like almak için giyiyor, ibadetlerimizi bile  canlı yayında paylaşıyoruz. Birilerinin şak şakına konu olmak için doğum günleri, cinsiyet partileri, nişan organizasyonları düzenliyor, olağanüstü sofralar kurdurarak milyonlarca liralık borçla günü tamamlıyor, biri şeyleri videoya çekerken ânı ve hayatı ıskalıyoruz. 

O kadar yoğun ve telaşlıyız ki ne kadar koşarsak koşalım gideceğimiz menzile varamıyoruz. Hayatın bu koşturmacası arasında, Rabbimizle başbaşa kalmak, manevi dünyamızı imar etmek aklımıza bile gelmiyor. Zira her ânımızı bütün dünya ile birlikte yaşıyoruz. Namaz için girdiğimiz camide secdedeyken çekilen fotoya aldığımız like, dua ederken çekilen fotonun paylaşım rekoru kırması, şah damarımızdan daha yakın olan zat ile aramızı açıyor. Caminin ortasında en mahremimizle çekilen videonun tiktok'ta paylaşılması, ar damarımıza dokunuyor, yerle bir ediyor. Rabbin evinde Rabbe fısıldadığımız duaların reelse dökülmesi, Rabbin gazabına sebep oluyor. İhlas ve samimiyetin üzerine kezzab döktüğümüz ibadetlerimiz huzura vasıl olmadan yüzümüze çarpılıyor.Elbise değiştirir gibi değiştirdiğimiz sevgililerimiz, saf aşkın, duru sevdanın köküne kibrit suyu döküyor.

Zihnimiz o kadar dolu ve karışık ki! Bu kadar zihin karışıklığının arasında Allah ve Resulü zihnimizde konumlanacak yer bulamıyor. En dindarımızın bile Allah ile olan tek irtibatı, yalapşap kıldığı namazlar. Resulü ise ya Mevlid-i Nebi programlarında ya da sakal-ı şerif ziyaretlerinde hatırlıyoruz. Sünnet sevabı kazandığımız tek aktivite, oğullarımızın kutsal bölgesine uyguladığımız dönüştürme faaliyeti. Onu da çağırdığımız orkestrayla, aldığımız alkolle, kadınlı erkekli eğlenceyle yerle bir ediyoruz. Dünya ve telaşları bizi öyle bir kuşatmış ki ne kadar ugraşsak da kendimizi kurtaramıyoruz. Elimizi uzatsak kolumuzu kapacak bir canavara dönüşen dünyadan aslında kurtulmak da istemiyoruz. Sosyal medyada gezinmekten, TikTok izlemekten, komik videolara gülmekten, Resulü hatırlamaya vakit bulamıyoruz. Ruhumuz öyle kirlenmiş, manevi dünyamız öyle dumura uğramış ki maddi ve cismani zevklerden sıyrılıp manevi zevkin tadına varamıyoruz. Şehvet, servet, şöhretin lezzeti; iffet, İzzet, uzlet ve ülfetin lezzetini bastırıyor. Artık ibadetlerimizden zevk alamıyoruz. Gece yarılarına kadar elimizden düşürmediğimiz telefonlarımızın foseptik çukurunda debeleniyoruz. Sahte dünyalarımızda sahte aşk yaşadığımız sahte aşıklarla el ele, başkalarına aşkımızı ispat etmek, onların beğenisini ve olurunu almak için çırpınıyoruz.

Kirlendik... Çok kirlendik. Cenneti ve cehennemi olmayan, dokuz ay on günlük, etten kemikten yaratılan mahluklara kendimizi beğendirmeye çalışırken fazlasıyla kirlendik. Elimizde kala kala, belki kirlerimden arınırım diye benim gibi züğürt tesellisine sığınıp eski günleri yad etmek kaldı. O da korkarım ki bir işe yaramayacak. Bize kararlı bir silkiniş lazım. Bu ōyle bir silkiniş olsun ki üzerimizde zerre kadar bile ölü toprağı kalmasın. Yoksa uzun, ince bir yolun artık sonundayız. Hesabımız çok çetin olacak. 



Bu yazı 574 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI